O kadar kuzeyde yaşıyordu ki, bildiği tüm renkler ya beyaza çok yakındı ya da zaten beyazdı. Yılda bir iki kere gün batıyor, ancak o zaman fazladan bir iki ton oluşuyordu gökyüzünde, maviden pek uzaklaşmadan. Etrafındaki diğer herkes gibi, ömrünün sonuna kadar bu renklerle yetinebilirdi eğer rüyalarından birinde rengarenk bir sülün görmeseydi.
Neler olduğunu hatırlayamadan uyanmış ama kuşun rengarenk uzun kuyruğu gözlerinde asılı kalmıştı. Uyandığında yine her yer beyaz, her yer beyaz ve beyazdı. Bu tertemiz diyar çok boş ve neşesiz görünüyordu şimdi. Orda burda isteksizce dolandı. Biraz ileride insanlar toplanmış yerdeki bir şeyi izliyordu. Ne kadar yaklaşsa da arkalarından görmesi mümkün değildi. Ona göre çok büyüktüler. İttire kaktıra kendine aralardan yol açmayı başardı. Rüyasındaki kuyruk, kar üzerinde kıpraşıyordu.
Buz kristallerinin arasından gün ışığı sızmış ve yere kırpışan bir gökkuşağı dökülmüştü. Çok geçmeden, güneşin yön değiştirmesiyle kayboldu. Anın büyüsü bozulmuş, herkes uğraşına dönmüş, minik hayalci meraklanmıştı. O gün ve ilerleyen daha pek çok süre, uyanık kaldığı zamanın çoğunu büyüklere başka diyarlar hakkında sorular sorarak geçirdi. Bazıları ona kitaplar verdiler, bazıları seyahatlerinden bahsettiler. İçlerinden biri uzaklarda bir yerleri işaret ederek anlatıyordu. Gösterdiği taraf, eteklerinde yaşadıkları dağın tam tersiydi.
Tüm umutlarını ve hayallerini yüklediği kızağıyla, dağın zirvesinden kaymaya başladı. Dimdik yamaçlar sayesinde hızı kısa sürede arttı. Böyle devam ederse rahatlıkla beyaz örtünün sınırını aşabilecek gibiydi. Yaşadığı bölgeyi çoktan geride bırakmıştı bile. İleride parıldayan büyük bir şey vardı. Yaklaştıkça tanıdı okyanusu. Beyaz zemin bir anda kayboluyor, yerini gri mavi sulara bırakıyordu. Kızak yavaşlamaya başlasa da hızlı sayılırdı hâlâ. Ok gibi değil ama sapandan atılmış elma gibi fırladı beyaz diyardan maviliklere ve güneye ilerleyen yunus sürüsü sırtladı bu ansızın gelen davetsiz misafiri.
Ufkun ardından geçip, güneşin her gün battığı ülkelerin sınırlarına vardılar uzun ve hatırlanmayan bir yolculuktan sonra. Minik hayalci, kumsalda buldu kendini, kızağı yolculuğa dayanamamıştı, hayalleri ve umutlarının bir kısmı da. Uçsuz bucaksız bu sarı diyarda, başladığı noktaya dönmüştü sanki. Neredeydi tüm renkler? Sorusuna yanıt ayaklarının az ötesinde yampiri yampiri yürüyordu. Bu kırmızı yaratığı denize girene kadar izledi. Ardında, kumları aralayan yeşil minik ayaklar da usul usul denizin yolunu buldu. Gökyüzünde rengi güneşin parlaklığından tam seçilemeyen bir kuş, zarif bir taklayla ılık suda kayboldu. Okyanus, tüm renkleri emiyordu.
Yavaş yavaş umudunun gösterdiği yola hayallerini serdi. Yengecin yönünü takip ediyordu ve çok geçmeden daha pek çoğuyla karşılaştı. Derine indikçe, önünde yükselen karanlığın bilinmezliğine sürüklendi. Bir süre kör gibi yürüdü. Tekrar görebilmeye başladığında etrafı nefes alan kayalarla çevriliydi. Rüyalarını süsleyen renkler cisme bürünmüş onu kucaklıyordu ki; görüntü hızla aşağı düştü. Bir kayığın içine konuverdi. Balıkçılar da en az onun kadar şaşkın kaldılar bir an için. Sonra birbirinden ayırt edilemeyen elleriyle, hayalciyi ağdan kurtardılar. Karaya çıkana kadar kimse konuşmadı.
Gecenin örttüğü uykuyu gün kaldırdı. Martılarla birlikte şarkı söylüyordu yunuslar, tanıdıkları biriyle eğlenir gibi. Uzaktaki bulutlar yıldırımların hatıralarını canlandırsa da, gölgeleri dokunmuyordu henüz yürüyen yaratıklara. Güne başlamadan önce sahilde dolaşıp havayı izleyen balıkçılar, evlerinin boş olduğunu fark ettiler. Aynaya bakmak gibiydi birbirlerine bakmak bu birbirinin aynı yüzleriyle. Yine de baktılar birbirlerinin gözlerinin derinliklerine ve hiçbir zaman bilemediler, mercandan bir çocuk çektiler mi güvertelerine.