Târihçiler, çalışmalarında en yüksek verimi sağlayabilmek için, üzerinde çalıştıkları konuların belirli dönemler içinde ele alınmasından yana. Bu dönemler, târihe ilişkin yapılagelen tasniflerdir. Târihçilerin kullanageldiği tasnifler arasında en yaygın olanı Cellarius’ün tasnifidir. Cellarius, yazının bulunmasından önceki döneme prehistorik çağ; sonraki döneme ise târihî çağlar der. Prehistorik çağı, kendi içinde iki döneme ayırır; taş devri ve mâden devri. Taş devrini de kendi içinde üç döneme ayırır; paleolitik çağ, mezolitik çağ ve neolitik çağ. Mâden devrini de kendi içinde üç döneme ayırır; bakır devri, tunç devri ve demir devri. Târihî çağları ise kendi içinde dört döneme ayırır; eski çağ, orta çağ, yeni çağ ve yakın çağ. Ben de bu tasnife sâdık kalarak burada, medeniyetlerin doğuşunu ana hatlarıyla inceleyeceğim. Bunu yaparken de paleolitik çağdan başlayacağım.
Paleolitik çağ, yaklaşık olarak M. Ö. 2.500.000 – 10.000’ler arasında kalan dönemdir. Bu çağda, tüm dünyâ üzerinde çok soğuk bir iklim hâkimdi. İnsanoğlu, mağaralara sığınmak zorunda kalmış ve erken dönemlerde toplayıcılık, geç dönemlerde ise avcılık yaparak geçimini sürdürmüştü. Bunları yaparken kullandığı en temel araç, bir tür el baltasıydı. Zaman içinde bir tür delici ve kazıyıcı geliştirmeyi başaran insanoğlu, daha sonra bıçak ve kama yapmayı öğrendi; bunlar aracılığıyla da boynuzdan ve kemikten âletler yaptı.
Anadolu’da paleolitik çağa âit bilinen en önemli yerleşim bölgeleri, Karain ve Beldibi mağaralarıdır. Karain mağarasında yapılan kazılarda, bir tür el baltası ve çok sayıda taş âlet bulundu. Bunlar arasında en önemlileri ise kazıcılar, deliciler, kamalar ve mızrak uçlarıydı. Bu âletlerin, boynuzdan ve kemikten yapılan âletlere şekil vermek için kullanıldığı sanılıyor. Bu boynuzlar ve kemikler, boğalara ve aslanlara âittir. Karainliler, zaman içinde bu âletlerle bâzı bitkileri toplamayı ve bunları pişirmeyi öğrenmiştir; zeminde bulunan kül kalıntıları buna yorulmakta. Hem üstelik, ateşin henüz paleolitik çağda Anadolu’da kullanıldığı da anlaşılmaktadır.
Beldibi mağarasının duvarlarında da çok sayıda hayvan ve insan resminin yanı sıra, duvar kabartmalarına da rastlandı. Bu resim ve kabartmaların en önemli özellikleri, figürlerin oldukça kaba hatlarla resmedilmiş olması, daha çok boğa figürleri kullanılması, bunlarda parlak renklerin tercih edilmesi ve yatay bir hareketliliğe yer verilmesidir. Bu resim ve kabartmalarda sıklıkla karşılaşılan boğaya mızrak atan ve elindeki baltayla boğanın üzerine koşan erkek figürleri, bu dönem insanlarının yaşamlarında avlanan erkeğin ve avlanmanın yeri ve öneminin büyük olduğuna yorulmakta. Her iki mağarada da zemine doğru yapılan kazılarda, çok sayıda hayvan ve insan heykelciklerine rastlandı; bunların büyük bir bölümü de taştan ve kildendir. İnsan heykelciklerinden kadınlara âit olanların kalça ve göğüs kısımları, abartılı bir büyüklüğe sâhiptir. Buradan hareketle, kadınların doğurganlık özelliğinin mağara insanları tarafından büyük bir hayranlık ve saygıyla karşılandığı sonucuna varabiliriz. Hayvan heykelcikleri arasında boğa heykelcikleri baş sıradadır. Mağara insanlarının boğaya atfettiği bu yüksek kutsiyetin kaynağında, boğanın üreme sırasında erkeğe kendi gücünden bir şeyler katacağı inancı yatmakta.
Mezolitik çağ, Pleyistosen buzullarının yavaş erimesi nedeniyle farklı coğrafyalarda farklı zaman dilimlerinde yaşandı. Bu erime sonucunda, hava sıcaklıkları yükseldi ve insanoğlu, mağaralardan çıkıp toprak zemine yerleşmek istedi. Böylelikle, yeni yerleşim bölgeleri; en çok da su kaynaklarına yakın yerler aradılar ve göçebe bir yaşam sürdürdüler. İstedikleri özelliklere sâhip yerler bulduklarında ise yerleşik düzene geçtiler. Paleolitik çağda kazandıkları birlikte yaşama ve doğa olaylarına karşı birlikte mücâdele etme duygusu, mezolitik çağda yerleşik düzene geçişi kolaylaştırdı. Neolitik çağ ise Anadolu’da yaklaşık olarak M. Ö. 8000 – 5500’ler arasında yaşandı. Günümüzde Anadolu’da hâkim olan iklim özellikleri, bu çağda oluştu. Toprağın işlenmesine ve kerpiçten evler yapılmasına da bu özellikler imkân verdi. Tarımdaki başarılar, zamanla hayvancılığa da yansıdı ve dokumacılık gelişti.
Doğa olaylarına karşı korunabilen, yeni âlet ve avlanma teknikleriyle et tüketimini arttıran ve zihinsel gelişimini hızlandıran insanoğlu, ürettiği ürünlere estetik bir değer verme çabası içine girdi. Paleolitik çağda üretilen ürünlerin salt kullanım değeri varken ve bunlara herhangi bir değişim değeri kazandırılmaya çalışılmıyorken, neolitik çağda insanoğlu, bu ürünlere estetik bir değer verme çabası içine girdi ve onlara değişim değeri kazandırdı. Bu değişim, ilk önce sazdan yapılan sepetlerde ortaya çıktı ve diğer ürünlere yansıdı. Herhangi bir kullanım değerine sâhip olmayan; salt estetik bir değer taşıyan ürünlerin ortaya çıkması da bu yine çağa târihlenir.
Neolitik çağda ilk yerleşim bölgelerinden bir kısmı, göller üzerine dikilen kazıkların üstüne kuruldu. Bu bölgelerde insanlar, geçimlerini kemikten hazırladıkları oltalarla balıkçılık yaparak sürdürüyordu. Bu çağın Anadolu’daki en önemli yerleşim bölgeleri, Konya yakınlarındaki Çatalhöyük ve Diyarbakır yakınlarındaki Çayönü’dür. Çatalhöyük’te yapılan kazılar, burada yerleşik düzene geçenlerin daha çok dikdörtgen biçiminde ve kapılarının tavanda olduğu iki odalı evler yaptığını, bunların bitişik şekilde inşâ edildiğini gösteriyor; bu da bölgede çok sayıda yırtıcı hayvan olmasına ve bunlardan bu şekilde korunmak istenmesine yoruluyor. Çatalhöyük insanı, evlerine sedirden oturma yerleri yapmış ve ölülerinin kemiklerini, bu sedirlerin altına gömmüş. Ölülerin bedenlerini, önce güneşte kurutmuşlar, sonra yırtıcı hayvanlara yedirtmişler ve sonra da kemiklerini, bu sedirlerin altına gömmüşler. Yanlarına da birtakım eşyâlar koymuşlar; ölen kişi erkekse silâh, kadınsa takılar koymuşlar. Bu bulgular, Anadolu’da henüz neolitik çağda, ölümden sonra yaşam inancının olduğuna ve birtakım dînî törenlerin yapıldığına yorulmakta. Hem üstelik bu kazılarda, tapınak olduğu sanılan çok sayıda mekâna da rastlanmış ve evlerin pek çok köşesinde dînî bir anlam taşıdığı düşünülen resimler ve duvar kabartmaları bulunmuştur ki, bunlar da Çatalhöyük insanının güçlü dînî duyguları olduğuna yorulmakta. Öte yandan, bu resim ve kabartmalar da büyük oranda boğalara âittir; paleolitik çağda boğalara atfedilen kutsiyetin bu çağda da sürmüş olduğu düşünülebilir.
Bu kazılarda bulunan kemiklerin yanında, ölen kişinin cinsiyetinden bağımsız olarak çok sayıda tanrıça heykelciğine de rastlandı. Bu heykelciklerin en önemli özelliği, tanrıçaların yırtıcı hayvanlara da hükmettiği yollu tasvirler içermesidir. Bu bulgular, Çatalhöyük insanının kadınların doğurganlık özelliğinin onlara güç kazandırdığına; bu gücün de hâkimiyet demek olduğuna ve bu hâkimiyetin yırtıcı hayvanlar üzerinde bile geçerli olduğuna inandığına yorulmakta. Ancak, Çatalhöyük insanının asıl gücü parçalamada değil, birleştirmede bulduğu ve yaşamı sürdürmek için gerekli âletlerin yapımı sırasında bu inancın doğduğu da söylenebilir. Kezâ bu inanç, üremedeki fonksiyonu bakımından kadını da zamanla kapsamaya başlamış ve bu heykelciklerde simgeleşmiş olabilir.
Çayönü’nde ise evler, daha çok taştan yapılmış ve birbirlerinden oldukça uzak bir şekilde inşâ edilmiştir. Fakat, evlerin plânları da yine dikdörtgen biçimindedir ve bu evlerde çok sayıda oda vardır; bu odaların önemli bir kısmının depo olarak kullanıldığı sanılmakta. Çayönü kazılarında da yine çok sayıda hayvan ve insan heykelciğine rastlanmıştır. Ayrıca, buluntular arasında çok sayıda mâdenî eşyâ ve bunların yapımında kullanılan araç ve gereçlere de rastlanmıştır ki, bunlar da Anadolu’da neolitik çağda metalürji çalışmalarının yapıldığına yorulmakta.
Bakır devri, bakırın işlenmeye başlandığı devirdir. Bakırın ilk defâ M. Ö. 10.000’lerde Ortadoğu’da işlenmeye başlandığı sanılmakta. Ancak, bakır devrinin de farklı coğrafyalarda farklı zaman dilimlerinde yaşandığını görmekteyiz. Bakırın işlenmesiyle av silâhlarının yapımında büyük değişimler ortaya çıkmış; toprak işlerinde kullanılmak üzere göreli olarak daha sağlam araçlar geliştirilmiştir. Bakırın dayanıksız olan yapısı, içine başka bir metâli (kalay) katarak daha sağlam bir alaşıma ulaşmaya sürüklemiş ve böylelikle, tunç devri başlamıştır.
Tunç devrinde yaşanan en önemli gelişme ise oldukça dayanıklı araçların ve av silâhlarının yapımıdır. Britanya’da üretilen kalayın Akdeniz’de üretilen bakırla göçebe kavimler aracılığıyla değiş tokuş edilmesiyle tunç üretimine geçilmiştir. Kılıçların üretilmesine, kalkan ve zırh yapımına da bu dönemde başlanmıştır. Mâdencilik çalışmaları ilerledikçe, demir bulunmuş ve demirin işlenmesiyle demir çağı başlamıştır. Demiri ilk işleyenlerin Orta Asya’da yaşayan Eski Türkler olduğu hakkında yaygın bir kabûl vardır. Ancak kimi araştırıcılar, erken dönemlerde dünyâya düşen meteorların bıraktığı demirin henüz daha paleolitik çağda birtakım süs eşyâları yapmak için işlenmekte olduğunu da iddiâ etmektedir.
Ne var ki, erken dönemlerde demiri işlemek için geliştirilen bir fırın yoktu; bu fırınlar, ancak bakır devrinden sonra kurulmaya başlandı. Demir devrinde işlenen demir, artık tüm yaşamı doğrudan etkilemeye başlamış; ilk önce silâh yapımında ve daha sonra da günlük yaşamı sürdürmeye yarayan araçların yapımında kullanılmaya başlanmıştı. Eski Türkler, göç ettikçe yerli halklara demiri ve onu işlemeyi öğretmiş; zaman içinde demir, savaşlarda üstünlük elde etmenin temel unsurlarından biri hâline gelmişti. Hititler, Eski Türklerden öğrendikleri bilgiler doğrultusunda silâh yapımında kendilerine özgü teknikler geliştirmiş ve çok daha sağlam silâhlar yapmaya başlamış; iki yüzyıl boyunca bir “süper güç” olmayı bu yolla başarmışlardı. Demirin tunçtan daha dayanıklı bir metâl olması, tarımcılıkta kullanılan araçların bu kez de demirden yapılmasını ve örneğin, daha sağlam sapanlarla ekilen topraklardan daha bol ürün alınmasını sağlamış; bu da yerleşik kavimlerin tahıl gereksinimlerini fazlasıyla karşılamalarını ve geri kalan kısmıyla göçebelerle daha sıkı ticâret ilişkileri kurmalarını sağlamıştı. Göçebe kavimlerin yerleşik kavimlerle bu ilişkileri, zaman içinde kültürel bir boyut kazanmıştır.
Eski çağda yerleşik kavimler, ortak kültürel bağların da yardımıyla kent-devletleri kurmuşlardır. Doğudaki kent-devletlerinde en önemli yapı tapınaklardır ve diğer yerleşim birimleri, tapınakları merkeze alacak biçimde inşâ edilmiştir. Tapınaklar, toplumsal yaşamda da merkezî bir konumda bulunmuş ve aynı zamanda da ticâret merkezi hâline gelmiştir. Tapınakların bu özellikleri, tapınak işleriyle uğraşan râhiplerin ekonomik ve siyasî nüfuzlarını arttırmıştır. Bu artış sonucu kimi kavimlerde krallar, kendilerini “baş râhip” ilân ettirmeye başlamıştır. Râhiplerin ekonomik ve siyasî nüfuzlarının kralların elinde toplanmasını kabûllenemeyen râhipler, düşmanlarıyla işbirliği yaparak krallarını devirme yoluna gitmiştir.
Eski çağda peygamberler, en çok Ortadoğu’ya gönderilmiştir. Bölgede zamanla farklı dînî inanç sistemleri gelişmiş ve farklı coğrafyalara yayılmıştır. Peygamberler, halkın yerleşik inançlarını yıkmaya ve yerine yenilerini getirmeye çalışmış; ezilen ve büyük baskılar gören halkları özgürleştirmek için mücâdele vermiş, hakkâniyet esâsına dayalı bir toplumsal yapı kurmaya çalışmışlardır. Bu da kralların mutlak hâkimiyetlerinin sınırlandırılması anlamına gelmektedir ve zaman içinde medeniyetlerin “gelişme”sini; medeniyet unsurlarının daha karmaşık bir hâl almasını sağlayacak özgürlük ve hoşgörü ortamını hazırlamıştır. Ortadoğu’da medeniyetlerin gelişimi, zamanla en yüksek seviyeye ulaşmış ve medeniyetler, en çok da ticâret yoluyla birbirleri arasında hem fizîkî, hem de kültürel alışverişler yapmıştır. Ancak, Ortadoğu dinlerinden Hıristiyanlık Romalılar tarafından resmî din hâline getirildiğinde bu durum, her çeşit devlet ve kilise baskısının meşrû gösterilmesinde kullanılmış ve bu özgürlük ve hoşgörü ortamı yara almıştır.
Roma İmparatorluğu’nun M. Ö. 100’lerde büyük bir yozlaşma içine girmesi sonucu, cumhuriyet dönemindeki parıltılı günleri kayboluyordu. Hıristiyanlığı Roma kânunlarına aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklayan hükümdârlar, Galerius ve en çok da I. Konstantin’den sonra sırtlarını Hıristiyanlığa dayamaya başladılar. I. Konstantin, imparatorluğun başkentini Roma’dan Bizans’a taşırken, Doğuda büyük bir çoğunluk hâline gelen ve siyasî nüfuzlarını arttıran Hıristiyanlara şirin görünmeye çalışıyordu. Başkentin Bizans’a taşınması, Papa’nın siyasî nüfûzunda herhangi bir azalma meydana getirmedi; hem Romalıların, hem de diğer kavimlerin gözünde Papalık kurumu, ayrıcalıklı konumunu korudu.
İmparator Jüstinyen hem Papa, hem de Caesar olma istemiyle hareket etti ve kendisine karşı çıkanları, ağır cezâlara çarptırdı. Bu dönemde, İsa’nın bir insan mı yoksa Tanrı mı olduğu tartışması alevleniyor ve Hıristiyanlar arasında gerginlikler artıyordu. Bizans’ta toplanan Beşinci Konsül, bir dizi karar aldı ve karar metnini onaylaması için, Roma’da bulunan Kilise’ye yolladı. Kilise bu metni onaylamayınca Hıristiyanlar, Katolikler ve Ortodokslar olmak üzere ikiye bölündü ve mezhep kavgaları başladı. Bu kavgalar, yaklaşık olarak üç yüz yıl boyunca Doğu Roma’nın başına belâ oldu. Daha sonraları Türklerin Doğu Roma’nın kapılarına dayanması, Papa’dan yardım istemelerine yol açtı ve Doğu Romalılar, Papa ve Katolik Kilisesi’nin siyasî egemenliğini kabûl etmiş oldular. Papa, ivedilikle haçlı seferlerini başlattı ve bu egemenliği arttırmak istedi; ancak, Türkler karşısında önemli bir başarı kazanamayınca, bu egemenliği zedelendi.
Batı Roma ve Doğu Roma iç işleriyle ve Türklerle uğraşırken, Avrupa’da feodalizm denilen yeni bir ekonomik ve siyasî yapılanma ortaya çıkmıştı. Avrupa coğrafyasına tarım devrimi geç geldi. Bu coğrafya, oldukça büyük bataklıkların kapladığı bir coğrafyaydı ve Avrupalılar, bu bataklıkları kurutup tarıma elverişli hâle nasıl getireceklerini henüz bulabilmiş değildi. Sabanın îcâdı ve Doğulu tüccarlardan öğrendikleri yöntemlerle tarıma ve hayvancılığa geçebildiler. Kısa zamanda Avrupa’da, tarım ve hayvancılık gelişti ve artı-ürün ortaya çıktı. Bu ürünlerle ticâreti geliştirdiler. Ancak tüccarlar, ticâret yolları üzerinde istilâcı-göçebe kavimlerin saldırısına uğramaktan endişe ediyordu. Hâl böyle olunca, Avrupa’da güvenliği sağlamak için yeni yapılar arandı ve böylelikle, şövalyelik kurumu doğdu. Bu şövalyeler, kullandıkları silâhlarla Avrupa’da kısa zamanda güvenliği sağlayan güçler hâline geldiler. Merkezî idâresi zayıf olan devletlerde ordunun karşılayamadığı güvenlik gereksinimlerini, bu şövalyeler karşıladı. Görevleri esas olarak, belirli bir toprak parçası üzerinde geçerliydi; bu sınırları feodal beyler belirliyor, sınırları içinde yaşayanların tüm sorumluluğunu da onlar üstleniyordu.
Medeniyetlerin doğuşunda önemli bir rol üstlenen bâzı keşif ve îcâtları bu noktada biraz daha yakından incelemek gerekirse, ilk olarak ateşin keşfinden başlayabiliriz. Bu konuda farklı kaynaklarda farklı açıklamalar bulabiliriz. Söz gelişi Yunan mitolojisi, ateşin Olimpos’tan çalındığını ve insanlara hediye edildiği anlatır. Nitekim, tanrıların tanrısı Zeus, Promethe’yi ateş tanrısı olarak görevlendirir. Dünyâ üzerinde insanlar, mağaraların içinde karanlık ve çok ilkel bir yaşam sürdürmekte, hayvan etini pişiremedikleri için kanlı kanlı yemekte ve daha çok meyvelerle beslenmektedir. Bu insanlar, yırtıcı hayvanlara karşı da savunmasızdır. Onların bu hâline acıyan Promethe, bir insan yaratmaya ve onun aracılığıyla insanlara ateşi hediye etmeye karar verir. Önce çamurdan bir insan yapar, sonra ateş aracılığıyla onu canlandırır ve adını Epimithes koyarak onu dünyâya yollar. Epimithes’in yanında, Promethe’nin Hephaestos ocaklarından çaldığı ateşten bir parça kıvılcım vardır. Bu kıvılcım, bir değnek içinde korunuyordur. Sonunda bu kıvılcım, insanlara hediye edilir ve bu sâyede insanoğlu, zayıflıklarını aşmayı başarır.
Ne var ki Zeus, tüm bunlara öfkelenir ve Promethe’yi, Kafkas Dağları’na sürgüne gönderir. Buraya demir çivilerle çivilenen Promethe’ye yardım edebilecek hiç kimse yoktur. Kızgın güneş altında Promethe, büyük işkenceler çeker. Zeus, oldukça iri bir kartala Promethe’nin karaciğerini kemirmesini ve ona daha büyük işkenceler çektirmesini de emreder. Promethe’nin karaciğeri, gündüzleri bu kartal tarafından kemirilirken geceleri eski büyüklüğüne ulaşır. Bin yıl kadar bu işkence devâm ettikten sonra Zeus, Promethe’yi affeder ve Olimpos’a geri kabûl eder. Öte yandan, Epimithes ve tüm insanlık da Zeus’un öfkesinden payını alır. Zeus, oğlu İfestos’a bir kadın yapmasını buyurur ve Athene’ye, bu kadını güzelliklerle donatmasını emreder. Kadının adını Pandora koyar ve bir çeyiz sandığıyla onu dünyâya yollar. Bu sandığın içinde, her türlü kötülük mevcuttur. Epimithes, karşısında Pandora’yı görür görmez ondan etkilenir ve onunla birlikte olmak ister. Ancak, yanında getirdiği çeyiz sandığını açtığında, tüm kötülükler dünyâya yayılır. Yine de Zeus, bu kutunun içine küçük bir parça umut da koymuştur ve insanoğlu, tüm kötülüklere bu umutla dayanır.
Yunan mitolojisinde ateş hakkında karşımıza çıkan bu anlatının izlerine, Yunan filozoflarında da rastlarız. Bu izler, Yunan mitolojisinin Uzakdoğu mistisizmine ve Zerdüşt dînine uydurulmaya çalışıldığını düşündürmekte. Söz gelişi, Herakleitos’un ve Empodokles’in kozmogonyalarında veya Platon ve Aristoteles’in öğretilerinde karşımıza çıkan ateşle ilgili anlatılarda bunu açık bir biçimde görebiliriz. Kezâ, ateşin kökenine ilişkin anlatılara, semâvî dinlerde de rastlarız. Örneğin Tevrat’ta, şöyle bir açıklama var. Günlerden bir gün Rabb, yerin toprağından Âdem’i yaratır ve kendi nefesinden ona üfler. Rabb onu, Aden Bahçesi’ne yerleştirir. Bu bahçede, tadı ve görünüşü güzel birçok meyve ağacı vardır; bahçenin ortasında ise bilgi ağacı vardır. Bu ağacın meyvelerinden yiyenler, iyilik ve kötülüğü bilen; gözleri açılan kimseler olacaktır. Rabb, Âdem’e her ağacın meyvesinden yiyebileceğini; fakat, bu ağacın meyvesinden yememesi gerektiğini söyler.
Âdem’in yalnız yaşamasını iyi bulmayan Rabb, ona yardımcı olsun diye Havvâ’yı yaratır. Günlerden bir gün Havvâ, yılanın söylediklerine kanar ve Âdem’i de kışkırtarak birlikte bilgi ağacının meyvesinden yerler. Bunun üzerine, birden gözleri açılır ve çıplak olduklarını anlayarak birbirlerinden utanırlar, incir yapraklarıyla örtünmeye çalışırlar. Rabb, Âdem’e seslendiğinde Âdem utancından gizlenir. Bunun üzerine Rabb, Âdem’in bilgi ağacının meyvesinden yediğini anlar ve Âdem, kendisini Havvâ’nın kışkırttığını söyler. Rabb ona yaptığının hesâbını sorduğunda Havvâ, yılanın oyununa geldiğini söyler.
Bunun üzerinde Rabb, yılanı ve tüm nesillerini karnı üzerinde sürünmekle ve toprak yemekle; Havvâ’yı ve tüm nesillerini ise çocuk doğururken çok büyük bir sancı çekmekle cezâlandırır. Âdem’e ise toprağı lânetlediği için topraktan yeme cezâsı verir. Âdem’in bir de hayat ağacının meyvesinden yiyerek ölümsüz olmasına fırsat vermemek için Rabb onu, Aden Bahçesi’nden kovar. Hayat ağacına giden yolu korumak için de Aden Bahçesi’nin girişini alevlerle koruma altına alır. Daha sonra, Havvâ’yı da Âdem’in yanına yollar. Sürgünde Âdem ve Havvâ, yiyeceklerini pişiremeden yer ve geceleri yırtıcı hayvanların saldırılarından çok korkarlar. Bunun üzerine Rabb, onlara acıyarak ateşi gönderir. (Tekvin 2-3)
Ateşin keşfi hakkında Yunan mitolojisi ve Tevrat’taki bu açıklamalardan farklı olarak bâzı antropologlara ve araştırıcılara bakılırsa ateş, ilk defâ Kenya’da M. Ö. 1.500.000’lerde kullanıldı. Ancak, bu iddiâyı destekleyebilecek yeterli bir bulgu da ortaya konulamadı. Buna karşılık, ateşin ilk defâ M. Ö. 500.000’lerde Pekin insanı tarafından kullanıldığını gösteren birçok bulgu mevcuttur. Pekin insanının kullandığı ateşin kaynağının, bu bölgeye düşen bir yıldırımın yol açtığı bir yangın olduğu sanılmakta. Yaygın kabûl şu ki, bu yangın sonucu oluşan ateş, odun parçalarıyla taşınarak mağaralara getirildi ve Pekin insanı, henüz yapay yollarla ateş yakmayı bilmediği için bu ateşi mağaralarda sürekli canlı tutmaya çalıştı. Bu mağaralarda bulunan metrelerce uzunlukta ve genişlikteki kül kalıntıları, bu şekilde yorumlanmakta.
M.Ö. 7000’lere gelindiğinde ise insanoğlu, kuru dalları birbirine sürterek, bir dal parçasını kuru bir odun parçası üzerinde döndürerek; yâni, ateş delgileri kullanarak, demir piritleri taşlara veya çakmaktaşına sürterek ve ateş pistonu kullanarak kıvılcım oluşturmayı başarmıştı. Bu buluşlar, doğal yollarla sağlanan ateşin sürekli canlı tutulması zorunluluğunu ortadan kaldırdı. Böylelikle insanoğlu, ateşi sürekli canlı tutmak için harcadığı enerjiyi başka alanlarda harcadı. Erken dönemlerde yemek pişirmek, et ve balıkları dumana tutarak bozulmadan saklamak, mağaraları aydınlatmak ve yırtıcı hayvanlardan korunmak için kullanılan ateş, zamanla başka alanlarda da kullanıldı. Savaşlarda düşmanı geri püskürtmek, botanik ormanlarda gereksiz çalı çırpıyı yok ederek buraları tarıma elverişli hâle getirmek ve dînî törenlerde ateşten yararlanmak, bunlar arasında önde gelenleridir.
Bu dönemlerde insanoğlu, yalnızca doğa karşısında değil, aynı zamanda da birbirleriyle savaşa başlamıştı ve savaşlarda ateş, düşmanı istenilen yöne doğru püskürtmede vazgeçilemez bir unsur hâline gelmişti. Savaşlar, aynı zamanda da kavimlerin kendi aralarındaki bağları güçlendirici bir unsur oluyor ve birlikte yaşam kutsanıyordu. Yerleşik düzene geçen kavimler, tarım için elverişli toprak ararken botanik ormanlarda çalı çırpıları yakarak küllerini bir tür gübre olarak kullandı. Böylelikle, yiyecek çeşitlerini arttırdılar ve giderek daha kuvvetli bir beden yapısı kazandılar. Değişen bu beden yapısı, kimi kavimlerde diğerlerinden güçlü oldukları hissini uyandırdı. Diğer kavimlerin ellerindeki yiyecekler, mâdenler ve av silâhları alınabilecek, bu yolla kendi insanlarının daha iyi bir yaşam sürdürmesi sağlanabilecekti.
Neolitik çağda kavimler arasındaki savaşlar, zaman içinde çoğaldı ve gelecek endişesi arttı. Bu endişe, erken dönemlerde salt ateşin korunması ve yârına aktarılabilmesine ilişkindi; neolitik çağda ise işler değişti ve gelecek endişesi, aynı zamanda da birtakım dînî inançların doğmasını ve günlük yaşamda büyük yer işgâl etmesini sağladı. Bu endişe ayrıca, birtakım kimselerin geleceği belirleyebilecek tanrısal bir güce sâhip olduğu düşüncesini de ortaya çıkarttı. Bu kimselerin tanrılarla özel bir iletişim kurduğuna inanılıyor ve onların yönetiminde düzenlenecek âyinlerle geleceğin güven altına alınacağı düşünülüyordu. Bu kimseler de tanrılarla ateş aracılığıyla iletişim kurmaya çalıştı; çünkü ateş, ancak tanrısal bir kökene sâhip olabilirdi. Bunun sonucunda, ateşe mistik ve metafizik bir anlam yüklenilmeye başlandı. Doğuda başta Zerdüştler olmak üzere birçok kavim, dînî törenlerinde ateşe çok büyük bir önem verdi. Ateşin tanrısal bir kökeni olduğuna inanan Zerdüştler, onu tanrıların bir hediyesi olarak gördü. Râhiplerin de etkisiyle ateş, zamanla bir tanrı hâline getirildi. Artık nerede olursa olsun, suyla söndürülmemeye ve yakınlarındaki yerlerde küfürlü sözler sarf edilmemeye başlandı.
Ateş tanrısı inancının Sibiryalı kavimlere, savaşlarda esir düşen Zerdüşt râhipler aracılığıyla geçtiği sanılmakta. Buna benzer inançlara ilk Brahman kavimlerde de rastlamaktayız. Brahmanlar da tanrılarla iletişim kurmak için ateşi kullanıyordu. Eski Türklerde de ateşten, ilk olarak doğal gereksinimleri karşılamak için yararlanılıyordu; zaman içinde ateşin dînî törenlerde de kullanıldığını görmekteyiz. Şaman inançlarının hâkim olduğu bu dönemlerde Eski Türkler, ateşi tanrısal bir güç olarak görmüştü. Ateşin doğası, dünyevî bir kökene sâhip olduğunu düşünmeye imkân veremezdi; ateş ancak, tanrıların verdiği bir hediye olabilirdi. Bu hediye kültü, zamanla ateşin kendisinin bir tanrı olduğu inancını getirdi ve ateş tanrısı kültü, en çok da Göktürkler tarafından benimsendi. Göktürk hükümdârları, kendilerine yollanan elçileri iki tarafı ateşle çevrili koridorlardan geçirerek huzurlarına alıyor; yanlarında getirebilecekleri kötü ruhların ateş tanrısı tarafından etkisiz hâle getirileceğine inanıyorlardı. Ayrıca, şaman râhiplerinden ateşi kullanarak bir dizi kehânette bulunmalarını istiyor ve savaş gibi önemli kararlarını, bu kehânetler eşliğinde alıyorlardı. Şaman râhiplerinin hükümdârlar üzerindeki bu etkisi, halk arasında onlara itibâr artışı sağladı.
İmdi ateş, ilk olarak doğal gereksinimleri karşılamada, sonrasında ise dînî törenlerde ve toplumsal ilişkilerde kullanılmaya başlandı. Bu gelişmelerde belirleyici olan esas unsurun insanoğlunun gelecek endişesi olduğu söylenebilir. Bu endişe, aynı zamanda da insanlar arasında birtakım ortak bağların gelişmesini sağladı. Bunda etkin olan bir diğer îcât ise tekerlekti. Tekerleğin ilk defâ Sümerler tarafından M. Ö. 3000’lerde taşımacılık amacıyla kullanıldığını belgeleyen duvar kabartmaları mevcut. Tekerleğin îcâdından önce, taşımacılıkta öküzler kullanılıyor; fakat, yüksek bir verimlilik sağlanamıyordu. Bu îcâtla, hem verimlilik sağlandı, hem de başka pek çok alanda büyük başarılar kaydedildi. Örneğin, çanak çömlek yapımı, savaş arabaları ve değirmenler bunlardan birkaçı. Böylelikle, günlük yaşamı sürdürmeyi sağlayan araçların serî üretimi sağladı. Ayrıca, yüksek mîmârînin gelişmesinde ve artı-ürün birikiminin artmasında da yine tekerleğin rolü büyük oldu. Ticârî faaliyetler arttıkça, değerli mâden miktârında artış yaşandı, kavimler arasındaki savaşlar çoğaldı ve savaşan kavimler, birbirleriyle değişik birtakım kültürel etkileşimlere girdiler.
Tekerleğin yanı sıra tuğlanın keşfi de bu bağlamda önemlidir. Neolitik çağda ilk toplu yerleşim bölgelerinde evler, genellikle kerpiçten yapılıyordu. Mısır’daki gibi kullanıma elverişli taşlar, özellikle de Mezopotamya bölgesinde yoktu ve en çok da güneyde kamışlar kullanılıyor; evlerin çatıları ise bir tür hasırla kapanıyordu. Yerleşik düzene geçiş, berâberinde pek çok değişimi de getirdi ve insanlar, daha sağlam yapılar içinde yaşamak istediler. Kerpiçten daha sağlam bir yapı malzemesine duyulan ihtiyacı gidermek için, kili güneşte kurutmak yerine fırınlamayı denediler ve böylelikle, tuğlanın keşfi sağlanmış oldu. Bu sağlam yapı malzemesinin kullanımı, zaman içinde yaygınlık kazandı ve yaşam alanlarının yanı sıra tapınakların inşâsında da tuğla kullanılmaya başlandı. Eskisine göre daha sağlam bir şekilde inşâ edilen tapınaklarda geliştirilen dînî törenler, nesilden nesle aktarılarak ortak kültürel bağların sürekli canlı tutulması sağlandı.
Bu îcâtlar arasında en önemlisi ise şüphesiz ki, yazının îcâdı olmuştur. Nitekim, en genel anlamıyla yazı, dili görselleştirmeye yarayan belirli bir göstergeler sistemidir. Bu sistemin temel bileşenlerini harfler, karakterler veya figürler oluşturur. Bu unsurlara bağlı olarak, zaman içinde farklı yazı sistemleri ortaya çıkmıştır. Tüm bu sistemler, genel olarak üç başlık altında toplanabilir; piktografik sistemler, ideografik sistemler ve fonetik sistemler. Bu sistemlerden sonuncusu olan fonetik sistemler, en genel kullanım özelliği kazanan yazı sistemidir. Bu sistemlerde en küçük alt birim, ses birimleri veya hece birimleridir. Harflerin veya figürlerin belirli bir anlam birimini temsil ettiği yazı sistemleri ise ideografik yazı sistemleridir. Bu sistemlerde en küçük alt birim, anlam birimleridir ve göstergeler nesneleri değil, anlamları gösterir. Fakat bu sistemlerde, yalnızca ideogram kullanılmaz, ses veya hece birimlerine de yer verilir.
Piktografik yazı sistemlerinde nesnelere, kendi kendilerini açıklayan göstergelerle göndermede bulunulur. İlk olarak Sümerler tarafından kullanılan bu sistemde piktografik figürler, nesneleri bire bir temsil eden basit çizgilerden oluşur; sayılar ise birbirinin peşi sıra konuşlandırılan çizgi veya oyuklarla gösterilir. Arkeolog Denise Schmand-Besserat tarafından çözülen yazı sistemini Sümerler, sürekli olarak geliştirmişler ve daha işlevsel kılmaya çalışmışlardır. Aynı şekilde, yazı araçlarını da sürekli olarak geliştirme yoluna gitmişler; yazılarını erken dönemlerde, güneşte kurutulmuş kil tabletler üzerine; geç dönemlerde ise fırınlanmış kil tabletler üzerine yazmışlardır.
Sümerlerin en önemli yerleşim bölgelerinden olan Lagaş ve Nippur’da yapılan kazılarda, çok sayıda kil tablet bulundu. Birer tapınak kaydı olan bu tabletlerde, birtakım oyuklar ve mühür olduğu sanılan girinti ve çıkıntılar vardı. Bu kayıtlar, yaklaşık olarak M. Ö. 3100’lere âitti ve Sümerli râhipler tarafından tutulmuştu. Bu tür kayıtların tutulması ve bunların korunması, bu dönemlerde Sümerlerde muhasebecilik faaliyetlerinin sürdürülmekte olduğunu kanıtlamaktaydı. Bu tabletlerdeki piktografik figürler, tapınaklara giren malları ve miktarlarını göstermekteydi. Sümerli köylüler ve çiftçiler, ürettikleri ürünler oranında tanrılarına hediyeler sunmaktaydı. Tüccarlar da tanrılarına şükranlarını bildirmek için yine aynı çabaların içine girmekteydi. Tapınaklara çeşitli yiyecekler, süs eşyâları, çanak çömlekler, dokuma ürünleri, vb. getirilmekte; bunların kayıtları da râhipler tarafından tutulmaktaydı.
Zaman içinde artan nüfusa bağlı olarak, bu kayıt işleri de zorlaştı. Hâl böyle olunca râhipler, kil tabletler üzerine bâzı şekiller çizerek bu kayıtları tutmaya başladı ve ilk piktografik yazı sistemi doğmuş oldu. Kayıt işlemlerinde karşılaşılan bir dizi güçlük, piktografik figürlerle gösterilemeyen kimi nesnelerin ideografik gösterge sistemiyle gösterilmesini gerekli kıldı. Bu yeni sistemde, piktografik figürlerden farklı olarak geliştirilen figürlere daha genel anlamlar verilmeye başlandı. Ne var ki, zaman içinde hem piktografik figürlerin, hem de ideografik figürlerin sayısında büyük bir artış meydana geldi ve bu da kayıt işlemlerini zorlaştırdı. Tüm bu figürler arasında bâzı ayıklamalar yapılmak istenmişse de verim sağlanamadı ve yeni arayışlara girildi. Sonuçta, yeni bir yazı sistemi ortaya çıktı; en alt birim olarak ses veya hece birimlerinin kullanıldığı bu yeni fonetik sistemde, ucu sivri bir kamışın yumuşak bir kil tabletine bastırılıp çekilmesiyle oluşan bir gösterge sistemi kullanıldı ve buna çivi yazısı denildi. Bu sistemde Sümerler, birtakım ses işâretçileri geliştirdiler ve böylelikle, harflerin doğuşu sağlanmış oldu. Kısa zamanda bu yazı sistemi, başta Âsurlular olmak üzere pek çok kavim tarafından kullanılmaya başlandı.
Yazının îcâdı, toplumsal yaşamı ve ilişkileri büyük oranda etkiledi. Köylüler ve çiftçiler, tapınaklara sundukları hediyeleri belgeliyor, tanrılarına karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirmiş olmanın yarattığı saygıyı her alanda kullanıyordu. Ticârî kayıtlar, hesap hatâlarının önüne geçilmesini sağlıyor ve ticârete güven getiriyor; tüccarlar arasındaki anlaşmazlıkları çözüme bağlıyordu. Kent-devletlerinde ticâretle ilgili ortaya çıkan anlaşmazlıklar ise kralları, kânunları da yazıya geçirmeye zorluyordu. Ticârî kayıtların yanı sıra, kânunlardan mahkeme kararlarına kadar başka pek çok şey yazıya aktarıldı. Bu kayıtlar, gerektiğinde kendisine başvurulacak bir belge niteliği kazandı ve toplumsal yaşamda adâlet mekanizmasına işlerlik kazandırdı, adâlete duyulan güveni arttırdı.
Artık yöneticiler (krallar ve râhipler) ve üreticiler (köylüler ve çiftçiler) arasındaki tüm anlaşmazlıklar, meşrû yollarla çözüme bağlanacaktı. Üstelik, kânunlardan haberi olmayanların da bilgilenmesi ve hak arama özgürlüklerini kullanması sağlanıyordu. Cadde üzerlerinde büyük taş bloklara yazılan kânunlar, bu yolla halkın bilgisine sunuluyordu. Zaman içinde kahramanlık hikâyeleri, dînî törenlerin uygulama esasları, vb. de yazıya geçirildi ve tüm bunlar, kavimlerin kültürleşme ve kültür aktarım süreçlerine büyük katkılar yaptı. Etrafları surlarla çevrili ve hayvan otlaklarının ortak mülkiyete dayalı olduğu kent-devletleri arasında, bu mülkiyetin idâresi konusunda bâzı anlaşmazlıklar vardı. Bu gibi konularda belirledikleri esasları da yazıya geçirmeleri, bu anlaşmazlıkları ortadan kaldırdı ve kavimler arasında daha yakın ilişkiler kurulmaya başlandı.
Bu çerçevede düşündüğümüzde, medeniyetlerin doğuşunu sağlayan temel unsurları şu başlıklar altında toplayabiliriz; a) doğal gereksinimlerini karşılayabilen bir insan kitlesinin varlığı, b) coğrâfî ve iklimsel handikapların üstesinden gelmeyi sağlayacak yeterli sayıda uzman ve bu uzmanların kullanımına sunulan yeterli miktarda araç ve gerecin temini, c) bu araç ve gereçlerle artı-ürün sağlanması ve bu ürünlerle birtakım kurum ve ilişki biçimlerinin geliştirilmesi, d) bu insan kitlesinin toplumsal bir huzur ve güven ortamı içinde kültürleşme ve kültür aktarım süreçlerini sürdürmesi ve e) bu insan kitlelerinin birbirleriyle ortak kültürel bağlar kurmaları.
KAYNAKLAR:
- AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali, (1994). Kent-Devletinden İmparatorluğa, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
- AKURGAL, Ekrem, (1997). Anadolu Kültür Târihi, Ankara: Tübitak Popüler Bilim Kitapları.
- BLACK, Jeremy / GREEN, Anthony, (2003). Mezopotamya Mitolojisi Sözlüğü, İstanbul: Aram Yayıncılık.
- DURANT, Will, (1996). Medeniyetin Temelleri, İstanbul: Birleşik Yayıncılık.
- GARAUDY, Roger, (1995). İnsanlığın Medeniyet Destânı, İstanbul: Pınar Yayınları.
- GÜNDÜZ, Altay, (2002). Mezopotamya ve Eski Mısır, İstanbul: Büke Yayınları.
- HORNUNG, Erik, (2004). Mısırbilime Giriş, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
- KRAMER, Samuel Noah, (2001). Sümer Mitolojisi, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
- SAYILI, Aydın, (1996). Mısır ve Mezopotamya’da Bilim, Ankara: A. Ü. DTCF Yayınları.
- TANİLLİ, Server, (1992). Uygarlık Târihi, İstanbul: Say Yayınları.