Mavi Rüya Öyküleri – 4 – Mavi Sümbül & Pembe Lale

0
289
Mavi Rüya Öyküleri - 4 - Mavi Sümbül & Pembe Lale

Hiç kimse benim gibi değildi ve ben de hiç kimse gibi değildim. Ben tek başınaydım onlarsa herkes” Dostoyevski 

Yürüyordun, hatırlıyor musun? Bir gece vaktiydi, vakit 00.00 olmadan hemen önceydi. Yeni bir güne dönmeden gece daha, daha sıfırlamadan gelip geçeni – artık neyi sıfırlıyorsa – bitirmeden uykunun gölgesinde görülen rüyaları, zaman herkes için hızla akıyorken karanlığın koynunda, sen, hızlı adımlarla yürüyordun bilmediğin yollarda… Korkun, yüreğinin bir köşesinde sinmiş bekliyordu ağzından çıkmayı ve delicesine geceye haykırmayı… Oysa sen, korkuna yenik düşmeden, usulca ağlıyordun neye ağladığını bile bilmeden… Değil haykırmak, tek kelime bile geçmiyordu kafandan, geçmiyordu zaman, geçmiyordu damarlarının içinde akan kan, sinende yanan kor alevleniyordu durmadan…

Gece Yarısı Sokakta Yürüyen

Soğuktan morarmış parmaklarına bakmadan, çisileyen yağmura aldırmadan, adımlarını hızlandırıyordun an be an… Kızgın kumların üzerinde yürüyordun sanki…Telefon ettiğinde “hemen gel” demişti sana karşındaki… Kimdi? Neyin nesiydi? Daha kaç günlük bir tanışıklıktı sizinkisi, hakkında ne düşünürdü bilmiyordun. Bilme lüksün yoktu, sabaha kadar kalacak bir yere ihtiyacın vardı, o kadardı, yapacak başka bir şey yoktu, gece bir türlü bitmek bilmiyordu…

Otobüse bindin, şoförün bakışlarını umursamadan en arka koltuğa gidip oturdun, yaşlı bir adam ve sen… Kimse yoktu koskoca otobüste… Evsizdi yaşlı adam büyük bir ihtimalle. Son seferden önce sıcak bir yatak bulmanın keyfiyle, horluyordu. Beton zemindeki yatağıyla buluşmadan önce, beyaz sakallarının arasında kaybolmuş dudaklarıyla, gülümsüyordu. Otobüs gecenin ıssızlığında hızla ilerliyordu. Son seferini yapan şoförün, bu münasebetsiz yolcuları bir an evvel yerlerine ulaştırmayı istemek dışında bir niyeti yoktu. Uzun günün ardından evine varacak, yumuşak yastığına başını gömecek ve derin bir uykuya dalacaktı. Neyse ki senin yolun yakındı. Bir kaç durak kalmıştı inmene, otobüs durağında karşılayacaktı bekleyen seni… Bekleyen o muydu gerçekten, yoksa bilinmezliğe seni götüren kaderin miydi? Birazcık ısınmıştı ellerin, hızla savrulan otobüsün içinde ne kadar da biçareydin. Durağa yaklaşınca ayağa kalktın ve düğmeye bastın. Oracıkta indin, kimse yoktu otobüs durağında. Şaşırdın ilkin…

Gecenin İçinde Hızla Savrulan Otobüs

Gecenin bir yarısında, bilmediğin bir semtte doğru düzgün tanımadığın biri seni ekmişti. Oysa telefonda ne kadar da müşfik geliyordu sesi. Nasıl da heyecanlanmıştı sesini duyunca, hiç tereddüt etmeden buyur etmişti kendi evine, güven vermişti sana sesi… Oysa şimdi, kalakalmıştın işte bir başına, otobüs durağında. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladın, öfke, kızgınlık ve çaresizlikle birlikte baş başa kalmıştın. Duraktaki banka oturdun. Sabaha kadar burada otururum dedin içinden. Üstü kapalıydı en azından, yağmur yağsa gece, ıslanmazdın hiç değilse. Sonra  durağın adına bakmak geldi aklına birden. Yanlış bir durakta mı inmiştin acaba? Sevindin, tabi ya yanlış durakta inmiştin. Bir durak daha vardı, silip gözyaşlarını hızlı adımlarla yürüdün bomboş caddede boylu boyunca. Ya beklemezse beni diye korkuya kapıldın. Koşar adım yürüyordun artık. Peşinden gelen gölgeyi fark etmemiştin daha. Sen hızlanınca gölge de hızlandı ve arkadan koşmaya başladı. Bütün cesaretini toplayıp döndün arkana bir hışımla… Bir de ne göresin, ufacık bir yavru köpekti  peşinden gelen senin…

Durdun caddenin ortasında ayaklarının dibinde seni kokluyordu, fır dönüyordu etrafında. O da senin gibi yapayalnız kalmıştı bu koskoca dünyada. Eğilip kucağına aldın onu, sıcaklığını sevdi, yaladı senin boynunu. Birlikte yürümeye başladınız. Sanki geceden seni koruyacak bir melek göndermişti tanrı. Korkularından arındıracaktı seni ve sevilecektin yeniden, bu bir işaretti güzele yönelen…

Az kalmıştı otobüs durağına, bir karaltı mı vardı orada?

Seni bekliyordu. Üşümüştü, telaşlıydı. O halinle görünce seni bir oh çekti ve elini uzattı hemen sana… İçin ısındı bir anda ona… Hızlıca anlattın olan biteni, neden geciktiğini… O, sen ve minik köpek yavrusu yürüyordunuz gecenin içinde, yeni bir yola doğru… Gülümseyen su yeşili gözleriyle, uzun kıvırcık saçlarını başıyla geri atıp elini omzuna koyduğunda “ hallederiz” dedi sana…

Bodrum kattaki kiralık dairede kimseler yoktu. Finaller yüzünden yurtta kalıyordu arkadaşları. Gelip gitmek zor oluyordu okuldan eve, tesadüf uğramıştı o da bugün zaten kendi evine…

Edvard Munch’un Çığlık Tablosu

“ Aç mısın” dedi sana. Açtın ama farkında değildin neye aç olduğunun, midendeki yangın açlıktan mı öfkeden mi bilemeyecek haldeydin. “ Bir şeyler yerim “dedin.

Bir şeyler yediniz, mutfakta yumurta pişirdiniz ve sıcak çayın etkisiyle rahatlayınca “ hadi anlat bakalım” dedi sana…

Nerden başlayacağını bilemedin. Gözlerin duvardaki resme takılı kaldı. Sanki seni anlatıyordu. Bütün yaşadıklarının özetiydi adeta ve senin için resmedilmişti öyle geldi o zaman sana… Söyleyecek ne kadar da çok sözün vardı aslında. Çocukluğundan beri tüm yaşadıkların dudaklarından değil, gözlerinden dökülmeye başlamıştı. Hiç tanımadığın bir evde, tanımadığın birinin omzunda katıla katıla ağlıyordun. Ağzından tek bir kelime bile çıkmadan, gözyaşlarınla konuşuyordun. Gece çok uzun olacağa benziyordu. Bir şarap açtı, bir kaset koydu teybe, bardaklara boşalan lal gibiydi dudakların… İlk kez duyduğun müziğin tınısında kendini buldun…

” Is there anybody out there… “ dışarda birileri var mı?” diye hıçkıran sendin, duvardaki Edvard Munch’un Çığlık tablosundaki sen… Elektro gitarın ağıtları senin içindi. Sen çınlıyordun kulaklarda. İlk kez sesini duymuştu birileri ve sana bakıyordu tüm içtenliğiyle, insanca… Yumdun gözlerini, müziğe bıraktın kendini… Gözlerinin önünde alabildiğince uçsuz bucaksız mavi bir sümbül tarlası uzanıyordu. Küçük bir kız çocuğu koşturuyordu içinde, birden pembe elbisesiyle sen oluyordun o kız çocuğu… Pembe bir lale olarak kalıyordun mavi sümbüllerin içinde…

İşte bütün olan biteni açıklıyordu bu…

Mavi Sümbüller İçindeki Pembe Lale