Başka bir ben doğar içimde,
‘Siyah ve beyaz’a sığınan,
Hem tedirgin hem özgür,
Yüksek bir uçuştan.
Kuş bakışının,
Alnımdaki çizgilerinde,
‘Toprak’a dokunan,
Sıcak,ıslak ve kahve.
Sözlerin denizinde,
Maviden heceler,
Yeşiline serilen sayfalarının,
Soğuğunda bir ‘Aralık’.
Düşlerimi anlatsam,
Yağmur olsam,
Süzülsem kurak topraklara,
Ve bir filiz olsam,
‘Aşeka’sında ağacın..
“Ne çok şeyi anlatmak istedi!
Taş köprüye ses veren çayın şiddetinde asilzadelerin geçişini, kışları buz tutan o çayda bir balerinin dansını,Yunan tragedyasının Dionysos’unu…
Ne çok şeyi anlatmak istedi bir bilseniz!
Dağların tepelerini saran buzulları, yeşilin siste kayboluşunu,sınırları,kapıları ve bunlardan kalan kırgınlıkları. Kuşları, ağaçların dallarını ve toprağı.
İnanmak istedi çünkü. Bir oydu sanki inanan. Bir o vardı ‘guguk kuşu’na hayran olan. Çocukların özgür avuçlarından,göğe gökkuşağı yapan. Aynaları dolduran uçurtmaları vardı Lilac’ın. Sadece hayalleri,inançları,rüyaları değil; kitapları, şiirleri vardı siyah kaplamalı defterinde. Resimleri vardı kilitli bir mahzende.Boya kalemleri parmak uçlarıydı. Dokunduğu yer renklensin diye.
Okumadılar, dinlemediler, anlamadılar. Bilemediler, bilmek istemediler belki de…
O yarattıklarıyla bir hayaletti.Hiç görünmedi..
Bir de ‘sis’i vardı Lilac’ın. Onu beyaz,dumanlı bir gece gibi saran. Aşk ve sevgi arasındaki o incecik çizgide kaybolduğu bir sis. Sisten bir insan. Bir yansıma, bir yaratım.
Kaldırımlarda, banklarda, duraklarda bekledi Lilac. Pencere önlerinde bekledi. Sadece bekledi. Bir ölüyü bekler gibi… Beklemenin çaresizliğinde telefonlara, kapı aralıklarına sığındı. Sisin sesini duyabilmek için ahizenin başında çürüdü. Farkında olmadı.
Lilac uçuk mordan bir renkti. Sevda büyüttü, emzirdi..
Vakit dolduğunda o; kaldırımlarda, duraklarda, ahizenin ucundaki seste kaldı.
Ve sessizce yerleşti toprağa; o, ondan kalanlar ve “sis…”
Çok güzel yorumlamışsınız Bensu hanım ve haklısınız ne çok şey anlatılmak isteniyor anlatmaya değer bir yer bulursak eğer..