Hikâyelerimizin Müziği; Çocuk Gözüyle – 10
Murat dağı ne kadar uzakta anne?
Bahar gelmiş midir kırlara?
Papatyalar açmış mıdır doyasıya?
Gelinciklerle kelebekler dertleşirler mi hâlâ?
Nerede evimiz şimdi?
O da komşularımız gibi cennete mi gitti?
Artık götürmeyecek mi “Muavin abim “beni Kütahya’ya…
Kanaryama yem alamayacak mıyım bir daha?
Ya anılarım?
Nereye saklandılar, hangi kuşun kanadına kondular?
Patlayan “Mavi Balon”um muydu yalnızca?
Betül Çetinay
Depremin ilk gecesini sabaha kadar ortaokulun bahçesinde geçirdik. Yağan yağmurun etkisiyle yangın sönmüştü. Ama ölenlerin çoğu yangından kaçamayanlardı. Kütahya’dan gelen ilk yardım ekibinde, görevli babam da vardı. Bizim sağ olduğumuzu öğrenir öğrenmez sabahına gitti görevinin başına. Enkaz kaldırma çalışmalarına…
Gün ağardığında Kızılay geldi ilkin, sağ kalanlar için çadır kent kurdular. Bizi yağmurdan korumaya yarayan, üzerlerimize kapalı beyaz Kızılay çadırları… Yeni evimizdi artık… Aş evi kuruldu; kadın ve çocuklara yardım ekipleri bakıyordu.
Evimiz yıkılmamıştı, temelden dönmüş, duvarları çatlamıştı… Bütün eşyalarımız içeride kalmıştı. Kaç günde kurtarıldı, çıkartıldı hatırlamıyorum. Ama bir keresinde gitmek istedim. Beni de götürdüler. Merdivenleri gördüm. Çıkamadım yukarı. Arası öyle açılmıştı ki, gece yarısı oradan nasıl aşağıya indiğimizi anlayamadık bir türlü… Evimizin karşındaki hamam bütünüyle yıkılmıştı. Ne çok severdim o hamamı… Her yer enkaz altındaydı, evlerini terk etmek istemeyenler, çadırlarını yıkıntıların önlerine kurmuşlardı… Yürüyordum nereye bastığımı bilmeden, molozların altında kim bilir kimler yatıyordu…
Meydanlığa geldiğimizde doğduğum kasabanın yerle bir olduğuna tanıklık ettim… Belki de bu yüzden gelmek, görmek istemiştim…
Tarihe bakan gözlerimin diyaframı olabildiğince açık, beş yaşında çıplak gözle ilk fotoğraflarımı çektim…
Kanaryam kurtulmuştu, kafesinde mutluydu… Ne bulursa onu yiyordu, bizim gibi onun da seçme şansı yoktu. Sağ kurtulmuştuk ya, gerisi boştu…
Bir sabah “Arif Arif” diye seslenerek çıktım çadırdan dışarı.
“Efendim “dedi bir ses…
Şaşkın dönüp baktım ki, bir çift mavi göz gülümseyerek bana bakıyordu…
“Beni mi arıyorsun” dedi…
“Hayır! Kanarya mı” dedim…
“Kahkaha attı, Arif mi senin kanaryanın adı?”
Başımı evet anlamında salladım…
“Gel şöyle bakalım o zaman, biraz sohbet edelim” dedi…
Askerliğini Kütahya’da yapan Arif abiyle böyle tanıştık… Aslen Erzurumlu olduğunu, askerlik görevi için Kütahya’da bulunduğunu, depremle görevli olarak geldiğini, enkazdan yaralıları nasıl kurtardığını anlattı bana… Benim çok cesur bir çocuk olduğumu söyledi sonra, soramadım neden diye? Ben de Kanaryamı getirip tanıştırdım onunla… İki adaş pekiyi anlaştılar…
Cebinde küçük bir el radyosu taşırdı Arif abi… Radyosunu açmadığı zamanlar, kendi söylemeye başlardı… Köyündeyken bağlama çaldığından bahsetmişti bir keresinde. Ailecek sevmiştik onu. Çadırımızın önünde iki koca taş vardı, sanki bizim için oraya konmuş gibi. Oturup üzerine sigarasını içerdi… Ben de diğerine otururdum, o anlatırdı ben dilerdim… Masal gibi, yalnızlığı paylaşır gibi, iki dost gibi… Bir yavuklusu vardı Ahmet abinin köyünde… İsmi Ayşe; kocaman kara gözleri varmış söylediğine göre… Nişanlanmış istemiş gitmeden askere, “ askerden dön gel salimce, sonra demişler”. Gün sayardı habire… Birliğinden ayrı biz gibi çadırda kaldığından, ne mektup yazabilir, ne mektup alabilirdi… İşi olmadığında gelir oturur taşının üzerine, türkü söyleyip dururdu, sigarası elinde…
İlk onun radyosundan dinlemiştim bu türküyü… Çok sevmiştim, mavi gözlerindeki hasreti görüp gönlünün sesini işitmiştim…
Kütahya’nın pınarları akışır
Devriyeler kol kol olmuş bakışır
Asalı’ya çuha şalvar yakışır
Aman aman Vehbi öyle de böyle olur mu
Ah ben ölürsem dünya sana kalır mı
Salın gelip musallaya dayandı
Kar beyaz Vehbim al kanlara boyandı
Seni vuran oğlan nasıl dayandı
Aman aman Vehbi öyle de böyle olur mu
Ah ben ölürsem dünya sana kalır mı
Yöre: Kütahya
Kaynak kişi: Ahmet İnegöllüoğlu (Hisarlı Ahmet)