Okuyacağınız metin, 1914 yılının 15 Eylül sabahı, taşramızın en eski köşkünde ortaya çıkan yangından geriye kalmış bir erkek cesedinin yanında bulunan günlükten alınmıştır. Günlüğün bir kısmı bu gizemli yangının etkisiyle tahrip olsa da, yangının çıkış nedeniyle ilgilenen polis memuru, temizleme yöntemi sayesinde bir şekilde okunabilen yarı-sağlam sayfaları bağlı olduğu polis teşkilatının arşiv bölümüne teslim etmiştir.
Günlüğün bozulmamış sayfaları herhangi bir düzeltmeye maruz kalmadan aktarılmıştır. Gizemini hala koruyan yangı halkımız arasında telaşa ve bazı tuhaf dedikodulara neden olmuştur. Siyah yığınların arasında ortaya çıkan erkek cesedinin ise kime ait olduğu hala bulunamadı ya da bir sır gibi bizden saklanıyor.
“14 Eylül 1914. Sabahın ilk ışıkları, penceremden yatak ucuma ve ayaklarıma doğru vuruyor. Gözlerimdeki yanma hissini dindirmek için ovalıyorum. Tüm gece yatakta dönüp durdum. Neden uyku tutmadığını anlayabiliyorum. Bu satırları kağıda geçirirken hala vücuduma istemsizce giriveren karıncalanma hissiyle boğuşuyorum. Doktorumun bana verdiği ilacı suyumun içine atıp eritmem gerek.
İlacın, titremelerimi, uykusuzluğumu ve baş ağrımı nüksetmesi bir yana, ağızda bıraktığı metalik tat dayanılacak gibi değil. Ama en azından halüsinasyonlarla pervasızca dans eden psikoz seanslarım birazcık da olsa yatışmış durumda. Ama biliyorum, şu anda pusuda bekleyen bir gölge gibi sinsice odama kıvrılmış, durumdan muaf vaziyette. Her an tekrardan üstüme çullanabilir.
Doktorumun, kasabamızın sınırındaki uçurumda bulunan tekinsiz köşke dair anlattıklarını, ısrarla kafama sokmaya çalıştığı bilgileri düşünmekten tüm gece uyuyamadım. Kendisinin beni daha da delirtmeye çalıştığını içten içe biliyorum. Önceki doktorumun yaptığı gibi ya da babamın. Doktorumla yüz yüze konuşurken, ona karşı güvenimi sarsacak çeşitli yüz ifadeleri ve mimikler yakalayabiliyorum. Her zaman iyi bir gözlemci olmuşumdur. Altıncı hissime de güvenirim.
Sahibinin manşetlere konu olan acımasız bir cinayete kurban gittiği ve yıllardır kaderine terkedilmiş bir vaziyette kurtarıcısını bekleyen bu eski köşk, kasaba halkı arasında lanetli ya da perili olmakla suçlanmıştır. Hatta sahibinin cinayetiyle evin lanetli olması arasında bağ kuranlar bile var. Ben her mekanın bir ruhu olduğuna inanırım. Ama, gözümüzü şafağa doğru diktiğimizde, görüş alanımıza rahatlıkla ilişen bu uçurum mekan, bana lanetli bir ruha sahip olmaktan çok, başka diyarlara açılan kapılara ve koridorlara sahip ilahi bir mekan olarak gözükmüştür hep.
Metafiziksele olan merakını bildiğim doktorum, bana o tekinsiz evden tekrardan sinyaller aldığını, hatta kapı girişine gizlice bırakılan mektupların göndericisinin o evde yaşayan ruhlar olduğunu iddia ediyor. Mektuplarda ne yazdığını bana söylemedi fakat anlattıklarının, paranormal olaylara ve üçüncü boyuta duyduğum ilgiyi tekrardan harekete geçirip beni köşkü yalnız başıma keşfetmeye yönlendireceğini adı gibi biliyor.
Sınırlarda dolanan, takıntılı ve aynı zamanda maceraperest kişiliğim, esrarengiz köşkün adının neden dilden dile yayıldığı sorusunu ve içinde neler olup bittiğini çözme fırsatının, rüzgarın dindiği ve zatürreye yakalanma oranının düşük olduğu bu zamanda elime dolandığının ipuçlarını zihnime ulaştırıyordu. Yanıma günlüğümü de alacağım ve bugün, günlerdir aklımı kurcalayan soruları çözüme kavuşturacağım.
Öğlen suları – 12:20
Yatakta dikilmek yerine kalktım ve bulunduğum pansiyonun kahvaltı salonunda bir şeyler atıştırdım. Hava tam tahmin ettiğim gibi: mükemmel. Uykusuzluk başıma vursa da, temiz havayı ciğerlerime çekmekte bir sakınca görmüyorum. Faytonum dolambaçlı, adeta bir labirenti andıran yollardan geçerek beni köşkün yakınında bir yerlerde bırakmak için son sürat gidiyor.
Faytoncu, neden kasabanın, kimsenin yaşamaya cesaret edemediği en tekinsiz bölgesine geçmeyi tercih ettiğime dair yarım ağızla bir şeyler sormaya çalıştıysa da ona işini yapmasını, başka bir şeye karışmamasını tembih ettim. Zaten pek konuşkan biri olmadığım için, birkaç dakika sonra bitecek yolculuğumuz sırasında aramızda herhangi bir muhabbet geçmedi.
*
Az önce günlüğümü ve kalemimi paltomun iç ceplerine sıkıştırsam da tekrardan çıkarmak zorunda kaldım. Bu manzarayı bir şekilde kelimelere dökmeye çalışacağım. Köşke ulaştım. Ağaçlarla çevrili labirentli yolları geçtikten sonra faytoncuyu geride bırakıp köşke ait araziye doğru tırmandım. Kısmen yorucu bir tırmanış oldu ama değdi doğrusu. Gökyüzünün ve yemyeşil kasabamızın buradan görünüşü harikulade! Köşkün bulunduğu arazi, sanki kasabamızın korunaklı bir üst bölgesiymiş gibi ihtişamlı ve kudretli bir atmosfere açılıyor. Köşk ise eski, yıkık dökük görünümüne karşın, ürkütücü ve aynı zamanda çekici bir cazibeyle örülü.
13:50
Tanrım! Tutuklanmam gerek. Evet; şu anda kasabanın belediyesine devredilmiş olan özel bir mülke izinsiz girmiş bulunuyorum. Köşkün devasa tahta kapısı, haince yüzüme gülümseyen bir barikat olarak dikildi karşıma. Fakat elime geçen ilk taşla camlardan birini kırmayı başardım ve içeri sızdım. Salondaki eşyalar, havada uçuşan tozdan tam seçilemiyor. Kesif, kötü bir koku evin her yerini sarmış vaziyette ve toz az orandaki oksijeni bile emiyor.
Köşkün içi sandığımdan da kötü durumda. Salonun kapısını çekip mutfağı ve üst katları kontrol ettim. Salonun hemen yanındaki odanın duvarında, içlerine anlamsız metinler yerleştirilmiş çerçeveler asılı. Şöminenin etrafına dizilmiş ve üstleri pisliklerle kaplı, tam bir çirkinlik abidesi olan heykeller gözüme o kadar kötü göründü ki, ölmüş ev sahibinin korkunç dekorasyon tercihleri yüzünden kısık sesle küfretmek zorunda kaldım!
Üst kattaki odaların hepsini dolaşamadım. Dolaştıklarım arasında, üstleri örtülmüş yataklar ve kapakları açık bırakılmış dolaplar dışında gözüme acayip ya da korkunç bir şey çarpmadı. Muhtemelen kendimi boşu boşuna tutuklanma riskiyle baş başa bıraktım. Bu hayatımın en sıradan, olaysız ve kısa keşfi olacaktı.
Akşama doğru – 17:30
Cep saatime baktığımda vaktin çok hızlı geçtiğini farkettim. Gerçekten dört saat boyunca burada ne yapmıştım? Evin farklı, kendine çeken bir büyüsü, bir aurası var. Başım dönüyor, kendimden geçmiş gibiyim. Az önce kan şekerimin düştüğünü hissettim ve mutfağa indim. Her yer örümcek ağları ve farelerle doluydu. Atıştıracak herhangi bir şey bulamadım. Akşam yemeğimi pansiyonumun yanındaki lokantada yemeği düşünüyordum. Sanırım akşam yemeğimi köşkte yemek zorunda kalacağım. Ama neyle, nasıl?
21:00
Sonunda gezintim amacına ulaştı. Tüm o zahmetli yolculuğuma değdi. Üçüncü katın koridorunun en sonunda harika bir oda keşfettim. Bu oda baştan aşağı oyuncak bebeklerle dolu. Duvarın bir ucundan diğer ucuna döşenmiş raflarda duran, üzerlerine süslü kıyafetler giydirilmiş bebekler, belli ki çok ince bir işçiliğin ürünü. Bu tarz oyuncak bebeklerden nefret ederim, imalı suratları beni hep ürkütmüştür. İçlerinde zalim bir kişiliğin saklandığına dair batıl inançlarım vardır.
Odadaki tek yatağın başlığına kurulmuş bir bebek daha var. Tanrım! En çok ondan nefret ettim. Ama bir yandan da bu odada bir gece geçirmek için büyük bir arzu duyuyorum. Çünkü odanın balkonu, gezdiğim kadarıyla köşkün en can alıcı mekanı.
Tüm kasabayı ayağının altına alan balkon, masmavi denizi, rıhtımı, deniz fenerini ve uzaklardaki köyleri izlemem ve gözlerimle keşfe çıkmam için kusursuz bir yermiş gibi duruyor. Kasabanın tüm o içten pazarlıklı, çıkarcı insanlarından, benden daha deli olan doktorumdan ve verdiği ne idüğü belirsiz ilaçlardan uzakta, belki de ait olduğum yerdeyim. Polislerden ve belediyenin manasız kurallarından banane? En azından bu gece burada sabahlayacağım. Yarın da doktoruma gidip köşkle ilgili keşfettiğim her şeyi birebir aktaracağım.
23:00
Balkondaki manzaranın tadını çıkaramadım. Hava korkunç bir hale büründü. Öğle vaktinde seyreden hava durumundan eser yok. Sanki gökyüzü, tüm insanlık adına yasaklanmış kutsal bir kural çiğnenmiş gibi kızgın ve öfkeli; gök gürültüsü, fırtına ve camları titreten dehşet verici bir yağmur. Oyuncaklarla çevrili bu odada donuyorum. Örtünecek bir şeyim yok. Karnım gurulduyor. Köşk kendi kendine oyunlar oynuyor. Ahşap kapılar fırtına yüzünden çarpıyor, gıcırdıyor. Çatı katında -sanırım- eşyalar devriliyor.
02:10
Biraz da olsa uykuya dalabildim. Bunda, doktorun elime tıkıştırdığı ilacı akşam vakti içmememin de etkisi var. Şu anda pansiyonumu, odamı, yatağımı ve battaniyemi özlediğimi farkettim. Odadaki oyuncak bebekler sanki gözlerini bana çevirmişler; aptalca bir keşif uğruna düştüğüm şu zavallı pozisyona gülüp dalga geçiyorlar. Takıntılı ve gelgitli iç sesim onları bu odadan çıkarmam gerektiğini söylüyor.
02:40
20’den fazla bebeği aşağı, iğrenç heykellerin bulunduğu odaya indirdim. Şöminenin önüne attım. Onları yakmak isterdim ama ateşim yok. Lambam yok. Mum yok. Tek ışık kaynağım, fırtınanın ve gök gürültüsünün keskin, parlak ve agresif doğal ışınları. Evde avare gibi dolanıyorum. Ama karanlıktan hoşlanırım. Odaların alabildiği kadar ışıkta yazdığım günlüğümle baş başayım. Ama artık yarıda bırakmalıyım.
02:55
Karanlıkta kalmaktan korkmuyorum. Mutfakta kibrit kutusu ve birkaç odun buldum. Bebekleri şömineye attım. Odanın içi sıcacık. Sanki iç organlarımın buzları çözülüyormuş gibi vücudum huzura kavuşup kendine geliyor. Fırtınanın ise dinmeye niyeti yok.
Birer ucubeyi andıran, hangi milleten, hangi kültürden geldiğini kestiremediğim, bugüne kadar hiç tanımadığım, fikir sahibi olmadığım bir kültürün sanat anlayışına sahip iğrenç heykellerle aynı odadayım. Bebeklerin ateşin kıvrımlarında eriyip gözden kayboluşlarını seyrediyorum. Şu anda yerde çömelmiş vaziyetteyim. Evdeki her şey uğulduyor gibi geliyor. İçim ısınıyor ama kulaklarım basınçla tekmeliyor.”
Bu kısımdan sonraki sayfalar diğerlerine göre daha fazla zarar gördüğü için temize çekilememişlerdir. Aradaki süre zarfında neler olup bittiği bilinmiyor.
“04:10
Şu anda, gitgide elden düşen, hatta kaybolmak üzere olan bilincimin el verdiği ölçüde bunları yazmaya çalışıyorum. Beynim kendinde değil, sanki uzuvlarım ayrılıp başka bir boyuta teslim olmuş vaziyette. Mevcut durumdaki benliğimin belli belirsiz fısıltıları geliyor ama kollarımı, ayaklarımı ve kafamı hissetmiyorum. Sadece görüyorum. Ateşte yanan oyuncakların tekrardan geri geldiğini. Ateş dinmiyor. Onlar ateşin hışmına karşı geliyorlar. Ev kalabalıklaştı. Üst katlardan ayak sesleri, koridorlarda gülüşmeler, kahkahalar, ağlamalar, çığlıklar…
Hiç kimseyi göremiyorum ama duyumsuyorum; hepsi burada, evin tam merkezindeler; yanı başıma kıvrılıp beni izleyenler bile var. Kapılar çarpıyor, mutfakta bardaklar, tabaklar yerlere atılıyor. Ateş giderek büyüyecek gibi. Nefret ettiğim o heykeller hareket halinde, ateşin karşısında alkış tutuyorlar. Bir tanesi elini şöminenin içine uzatıp bir alev topunu diğerine veriyor, diğeri de ötekine…
Kaskatı aldım, oturduğum zeminden kalkamıyorum. Sadece sızlayan elim yazıyor. Kafamı kağıda doğru eğemiyorum bile. Omzuma dokunup gülenler var. Bazıları cehennemin ilahisini mırıldanıyor. Mırıldanma büyüyor, sesin hacmi genişliyor. Cisimsizler, hep bir ağızdan, diğer odalardan gelen ağlama ve inleme sesleriyle hastalıklı bir senfoni yakalayan cehennemin notalarını dillendiriyorlar. Heykeller, çılgınlar gibi cehennem ateşinin karşısında tapınıyor ve dans ediyorlar.
Gözlerimi kıpırdatamıyorum. Ağzımı oynaştıramıyorum. Beni de yanlarına almak istiyorlar. Ateş yayılıyor, odaya, perdelere sıçrıyor. Ateş sıçradıkça çığlıklar çoğalıyor. Cehennemdeki acılar için bestelenmiş ilahiler, hıçkırıklı gözyaşlarına, insanın yüreğini korkudan delip geçecek, kanı buz kesecek sızlanışlara dönüşüyor. Köşk kendi içine doğru gömülüyor…”