Hikâyelerimizin Müziği; Çocuk Gözüyle – 13
Nedir düş gören için? Tatlı bir uykunun satır aralarına sıkıştırdığı bir kaç küçük dize mi? Hani, birden bire uyanıp derin uykudan, yastığın altındaki sırdaşlarımıza ellerimizi uzatan… Gece yarısı demeyip düşlerimizden damlayan; kalemimizin ucundan sessizce kâğıtlara sızan…
Düşüne düşüne düş görebilir miyiz? Yoksa görmek için düşlediğimizi, hiç uyumamak mı gerekli? Düşlediğimiz, düşümüzden düşerse kim yakalar bizi? Bu yüzden mi düşeriz düşlerimizden sürekli? Peki, her düşüşümüzle sil baştan gördüğümüz aynı düş değil mi? Ya gözlerimiz açıkken gördüğümüz düşler? Acaba bizim mi? Yoksa başkalarının düşlerinde gezen gezginleriz de, düşteyiz mi sanıyoruz kendimizi?
Bir düştür aşk! Başlı başına bir düş. Uyanmak istemeyeceğin, uyanmamak için direneceğin, ama hep uyanacağım korkusuyla yüreğin ağzında bekleyeceğin… Ne zaman, nerede, nasıl uyanacağını bilmeden görmeye devam ettiğin bir düş…
Düşü olmayanın aşk kokusu olmaz… Düşü olmayan, düş kırıklığına bile uğrayamaz. Düş kırıklığına uğramayanın canı acımaz, yüreği yanmaz, ağlayamaz geceden gündüze, gündüzden geceye… Ağlamayan yürek pas tutar, taşlaşır zamanla… Ve taşlar balyozlarla kırılır ancak!
Bilmezler mi taşlara tapanlar? O taşların arasından kendine küçücük bir toprak bulan tohumun yeşerip, filiz verdiğini çiçek açtığını… Bilirler bilmesine, ama taşlaşmış gönülleriyle hala ayak diretirler aşka… Taşlaştırmak için yaşamı, sanatı, sevgiyi, aşkı… Oysa aşk baharla gelir, baharla yeşerir ve baharla direnir karanlığa…
Aşk üzerine yazmayan kalmış mıdır? Ne kadar yazılıp çizilse de, asırlardır bitmeyen tek konu yine Aşk’tır. Herkesin söyleyecek bir çift sözü, yaşanmış bir anısı, “Aşk “dendiğinde içinden bir geçeni mutlaka vardır. Kimi derin iç çeker bir Ah ile kiminin gözleri parlar bir cevher ile… Aşk bu biter mi hiç konuşmakla, yazmakla, çizmekle, oynamakla, çalıp söylemekle… Sanat ne yapardı Aşk olmasa…
“Aşk” bir oktur bence… Eros’un sadağından çıkmış mıdır bilinmez ama kime ne zaman saplanacağını ok iyi bilir. Mekânı yoktur, zamanı hiç yoktur. Nasiptir aşk, kimine dokunup geçer teğet misali; Kimine konar, sever, yurt edinir bir kırlangıç gibi… Kiminin üzerinden geçip gider de fark etmez bile o kişi. Kimi yaşamını harcar da bulamaz aramakla, tam kestiğinde umudunu” bir bahar akşamı “rastlayıverir usulca… Kiminin ise konar avucuna ama o, bir sıkımla boğup atıverir boşluğa…
Aşk masumiyet elbisesiyle gelir, çocuk yüreklidir. Bakışları cesur, sesi sevecendir. Öyle kırılgandır ki sırçadır sanki… Nemden nem kapar, bir esintiden uçar, bir damladan boğulur, bir sözcükle yanar kül olur… Bencildir olabildiğince, kendinden başkasını istemez gönülde… Sevilmekten usanmaz, sevmeye ise cimridir bir verdiğine bin ister, istemekten hiç yorulmaz…
Aşkın ömrü hasrettir. Ne kadar hasret çekersen o kadar yarenin olur hayat yolculuğunda… Aramakla bulunmaz derler, diyen doğru demiştir. Aramadığın anda çıkıverir karşına… O zaman anlarsın hep aradığının o olduğunu aslında… Hasreti katık etmezsen aşk aşına, cefasına da vefasına da eyvallah diyemezsin… “ Yaramdan da hoşnutum, yârimden de “ diyebildiğin an’da başlar hasret çilesinden ilmek ilmek örülmeye, aşk badesinden süzülmeye…
Sözü uzattık, konu aşk olunca durmak ne mümkün… Biz gelelim hikâyemizin sonuna…
Hani evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir küçük kız vardı… Varlığı var mıydı da yaşayıp giderdi yoksa bir hayalden mi ibaretti, takdiri kalmıştır okuyucuya… İşte varlık ile yokluk arası berzahtaki bu küçük kız, bilmeden aradığının aşk olduğunu, bakan sıcacık içten bir çift gözde kapılıp kalmış, gönlünün pınarlarını ona akıtmıştı…
İşte o küçük kızın hikâyesi bitmek üzeredir artık…
Narkissos yaz tatilini bizim mahalledeki oğlanlarla geçirmeğe başlamıştı. Sünnet düğününde hediye edilen bisikletiyle sabahları bizim sokağa gelir, bisikletini de bizim evin önüne bağlardı. Ben camdan geldiğini görünce, kilimimi ve oyuncaklarımı alır evimizin duvarının önüne sererdim. Mahalledeki kızlar gelene kadar kendi kendime evcilik oynamayı severdim. Oğlanlar top sahasında maç yaparlar, bilye ve çivi oynarlardı… Bazen de kırlara açılıp bisikletleriyle, kelebek avına çıkarlardı…
Narkissosla, her sabah bu seramoniyi yaşadığımız halde hiç birbirimizle selamlaşıp konuştuğumuz olmamıştı… Ne ben onun yüzüne bakıyordum ne de o benimkine…
Var olduğumuzu biliyorduk ama hiç yokmuşuz gibi yapıyorduk…
Uyumadan önce yatağımda hayal kurardım. Bir sabah bana günaydın diyecek, ne yaptığımı soracak ve çantasını evine taşıdığımız günkü gibi hiç susmadan boyuna konuşup, güleceğiz, şarkı söyleyeceğiz… Her gece yılmadan aynı hayalle uykuya dalardım… Sabah olunca da beklerdim heyecanla, ‘ne olur bu sabah günaydın ‘desin diye bana…
Barış Manço’nun Kol düğmeleri şarkısıyla o zamanlar tanıştım. Sözlerini ezberledim ve geceleri hayallerime şarkıyı da kattım… Daha güçlü bir istekle, sabırla bekledim sabahları… Sonrasında geceleri aynı şarkıyla ağladım…
Hatırlarım bugün gibi sessiz geçen son geceyi
Başın öne eğik bir suçlu gibi bana verdiğin hediyeyi
İki küçük kol düğmesi bütün bir aşk hikayesi
İki düğme iki ayrı kolda bizim gibi ayrı yolda
Akşam olunca sustururum herkesi her her şeyi
Gelir kol düğmelerimin birleşme saati
Usul usul çıkarır koyarım kutuya yan yana
Bitsin bu işkence kalsınlar bu arada
Heyhat sabah gün ışıldar yalnız gece buluşanlar
Yaşlı gözlerle ayrılırlar düğmeler gibi
Bizim gibi bizim gibi ayrılırlar bizim gibi ayrılırlar
20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı başlayınca gelmez oldu bir daha… Ailesi artık izin vermiyor diye düşündüm gelmesine bu kadar uzağa… Hayallerim değişti artık… Selam vermesini, günaydın demesini beklemiyordum… ‘Yeter ki gelsin, bisikletini bağlasın bizim evin önüne, bir kez daha göreyim ‘diye dua ediyordum… Gelmiyordu… Haber vermiyordu… Ne olduğunu bilmiyordum…
Aklıma onların apartmanında oturan bir kız arkadaşım geldi. Bir gün annemden izin alıp onlara gittim. Ama yüreğim ağzımda, her an kapıdan çıkıverecekmiş gibi… Sokağın köşesinden bana bakıyormuş gibi… Öylece bekledim… Arkadaşımın zilini çaldım aşağı kapıdan, annem yukarı çıkma demişti. Sözde tatil ödevini soracaktım. Ben çıkmayınca o aşağıya indi… Benim yüreğim hep ağzımda ne olur şimdi merdivenlerden inse, şu kapıdan çıksa diye… Çıkmadı ama… Ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum arkadaşımla… Ödevi aldım. Tam gidecekken, döndüm ve “Onun” nerde olduğunu sordum. Kız arkadaşım, babasının Kıbrıs’ta görevde olduğunu söyledi. Annesi ve kız kardeşiyle birlikte artık Mersin’deydiler…
Yüreğim yanmaya başladı… Başka bir şey soramadım… Savaş ne korkunç bir şey dedim yalnızca…
Savaş ne korkunçtu içinde yaşamayanlar için bile, vazgeçtim pilot olmaktan, vazgeçtim asker olmaktan…
Ben tarafımı seçtim… Savaş değildi istediğim. Kiminle, nerede, ne zaman olursa olsun tek istediğim Barıştı, sevgiydi, AŞK’tı ve bu bundan sonra da hep böyle kalacaktı…
Düşler düşte kaldıkça güzeldiler… Hayat ise aşka yer vermeyecek kadar taşlarla oyulmuş bir tahttı aslında… Bu taht altın, zümrüt, yakutlarla bezenmiş olsa, üzerinde padişahlar otursa ne yazardı… Bir çiçek bile yeşeremedikçe sadrında… Asıl savaş budur aslında… Çorak toprağa, çölleşmiş dünyaya, taşlaşmış insanlara rağmen hala çiçek açıvermek umudun avucunda…
SON
Sabahtan beri dilime dolanan şarkı burdada karşıma çıktı 🙂
Ne güzel bir tevafuk… 🙂
mükemmel bir paylaşım olmuş emeginize saglık. Kol dügmesi harika olmuş makale
Çok teşekkürler…
Bu paylaşımları görmek güzel. eline sağlık kardeşim.
Kol düğmeleri 🙂 çok güzel bir yazı olmuş, elinize sağlık.