Çocukluğu Dublin’in kenar mahallelerinde geçen insanların bu hayatta fazla seçme şansı yoktur. Bu sayılı seçenekten hiç biri orta sınıf ailenin ortalama zekalı evladına çekici gelmez. Şans seninleyse ve şartların elverişliyse eroin bağımlısı olmak buranın yerlisi için en iyi seçenektir. Daha kafa tiplerle takılırsın, çevren geniş olur ve beleş eroine tav olacak onlarca iğneci emrine amadedir. Ayrıca ufacık bir iğne darbesiyle bedenine zerk ettiğin yüz binlerce orgazma bedel zevk de cabası. Tabi eroin istiyorsan her daim paran olması şart. Kolay eroin için gelmiş geçmiş en iyi yöntem ise torbacılık. Her şeyden evvel hem o rezil polo barının tuvaletini temizleyerek alacağın paranın mislini kazanırsın hem de satman için verilen maldan bir iki tırnak ceplemene seve seve müsaade ederler. Böylece görevini süratle tamamlayıp uçurumdan kendini atabilirsin. Senden sonra yerine başkası gelir. Böylece sistemin devamlılığı da sağlanmış olur. Eroinin en büyük avantajı kesinlikle hızlı ölümdür.
En beteri alkolün pençesine düşmektir. Alkolün pençesi bir komodo ejderinin dişi gibidir. Çok keskin olmaz, tek darbede öldürmez. Sana dokunur, zehirler ve uzun bir süre başında ölmeni bekler. Geçici olarak çalıştığın işlerden şutlana dek kazandığın ya da oradan buradan tokatlayıp çarptığın parayı dibine kadar viski ve biraya harcarsın. Birayı viskinin sertliğini alsın diye onun üstüne içersin. Mideni bulandırmaktan başka bir şeye yaramaz. Bilirsin, yine de içmeye devam edersin. İçkisiz kalınca hafif bir titreme gelir, avuçların ıslanır. Çünkü bedenindeki tüm serotonin ter ile vücuttan firar eder. Cebinde beş kuruş kalmayınca kustuğunu içmeye başlarsın. Ayağın bir sandalyeye takılır, sandalyeyi suçlarsın. O son iki bardak Absinthe ’i içmeyecektim dersin. Ama iş işten biraz geçmiştir. Tepende yanan son sağlam ampul de güm eder patlar. Parmağını oynatacak halin yokken kıçın yerden havalanır. Bu nasıl bir mucize! Yükseldikçe uzanırsın patlamış ampule. Tesadüf o ya! Cebinde de sapasağlam bir ampül vardır. Değiştirmeye yeltendiğinde anlarsın ki bunların hiç biri gerçek değil. Göğün beli kırılır, şimşekler yırtılır. Çatı gürültüden korkar ve kendini bırakır. Olukta solmuş yapraklarla seyir eden yağmur suyu kafan aşağı boşalır. Göt üstü yere çakılırsın! Başını kaldırdığında o rezil polo barının pis tuvaletinin iğrenç klozetinin içindedir kafan. Yalnızca saniyeliğine başını kaldırırsın. Nereden geldim ben buraya diyemeden tekrar kafanı klozetin içinde bulursun.
Çocukluğu Dublin’in kenar mahallelerinde geçen insanların düşlerinde sonsuz seçenek vardır. Bir rock yıldızı olmak mesela. Bütün krallık çapında saygı duyulan bir gitarist olmak… Her gittiğin kentte seni görebilmek için kuyruklar oluşturan insanlar, biraz havyar ve şampanya, süper lüks bir malikane, klasik otomobil koleksiyonu, özel jet ve karılarıyla birlikte olman için sana yalvaran garip herifler… Tabii her zaman bu kadar makul olmuyor hayaller. Bir keresinde ağır siklet final maçına çıkan bir boksör olduğumu düşledim. Halbuki yetmiş kilo bir herifim. Ama enteresan olan kilom değil, maçı kaybetmeyi hayal etmemdi. Zenci fena benzetmişti beni. İnsanları dörder gördüğümü hatırlıyorum. Sesler benden uzaklaşırken insanlar yakınlaşıyordu. Patlamış bir yıldızın oluşturduğu kara delik gibi ringi içime çekiyordum. Bir an kendime gelir gibi oldum. Gözümün ucuyla seyircilere baktığımda orada başka bir yıldız gördüm. Etekleri uçuşan beyaz elbisesiyle giderek bana yaklaşan Marlyn Monroe’yu gördüğüme yemin edebilirim. O dolgun dudaklarının üstündeki ben’in bu kadar “belirgin” olduğunu hiç farketmemiştim. Başucuma gelip zencinin dağıttığı göz altlarımı ovup toparlıyordu. Saçlarımın içinde parmaklarını gezdirip, beni öperek tedavi ediyordu.
O an ıslandığımı farkettim…
!!! Yine mi Allah’ın cezası klozet !!!
Parlak bir dile sahip olmanın net ip uçları.
Nasıl bir dünyaya soktunuz beni ya.
İlginç, hiç hoşlaşmadığım bir dünya ile yüzleşirken, iyiki yaşamamışım dedirtti bana.
Yoksa gerici misiniz?
-Oh almayım.Thanks, thanks…