O gün Hamit arkadaşıyla birlikte yeni geldiği kasabada bir çamaşırcı bulmak için öğle üzeri evden çıktı. Arkadaşından uzun boylu, biraz sağa doğru eğik ince dudakları ve sakin ifadesiyle yakışıklı olmasa da görünümü, karşısındaki kişiye güven duygusu veriyordu.

Öğlen var gücüyle saldıran güneşin altında geniş adımlarla yürüdüler. Bu yanan gök kubbenin altında ter içinde ilerlerken onlardan ürken 3-5 kaz çirkef çirkef bağrışarak kaçışmışlardı. Boyunlarını ileri doğru uzatmış, kanatlarını açmışlar, uçmak istiyor da sanki birileri onları tuttuğu için uçamıyor ve işte bu yüzden de koşarak kaçıyorlar gibiydiler. Birkaç tombul tavuk da sıcak nedir bilmeyen haylaz çocukların önünde şikayet edercesine çığlıklarla hoplaya zıplaya koşturuyorlardı.

Tozlu geniş köy meydanına geldiklerinde ellerindeki kirli bohçasını gören 9-10 yaşlarındaki kafası tıraşlı bir oğlan çocuğu koşarak yanlarına geldi. Pazarlık sonucu çocuk çamaşırları kapıp gerisin geriye koşarak uzaklaştı. Akşam üzeri gene bu meydandan çamaşırlarını çocuktan alacaklardı. İkisi de bu işten kurtulmanın verdiği rahatlamayla zaman geçirmek için meydanın karşısındaki kahveye yöneldiler.

Kahve, köy meydanında ulu bir meşe ağacının altındaydı. Hemen önündeki küçük alana sadece dört masa koyabilmişlerdi. Meşe ağacı bu dört masayı güneşten korumak istercesine dallarını üzerlerine eğerek oradaki 5-6 adamı nerdeyse gizlemişti. Kendilerine çay ısmarlamak için içeriye girdiler. Tam ortada büyücek bir soba duruyordu. Temizlenmiş, kışın yakılmak üzere duran bu soba, kamyon tekerleklerinin jantlarının üst üste konulup lehimletilerek yapılmıştı. Çayları söyleyip dışarıda oturmak üzere çıktılar. Uzun sürmeden, çaylarını getiren esmer, tıknaz, avurtları çökmüş kahveciye para vermek üzere doğruldular. Ama adam, meşe ağacının gövdesinin yanına dayalı masada oturmuş adamı başıyla belli belirsiz işaret ederek, “Parayı alamam, O ısmarladı”, dedi. Her anındaki sandalyeye de merakla çayı ısmarlayan adamı görmek için yana eğildiler. Adam 55-60 yaşlarında, dik saçlı, esmer biriydi. Bir ayağını yanındaki sandalyeye dayamış, elinde tespih, derin uçurumların karanlığını andıran gözlerini dikmiş dosdoğru onlara bakıyordu. Üç beş adım ötede 1.80’den uzun, geniş alınlı, çekik gece gözlü bir yardımcısı bekliyor, gözünü adamdan ayırmıyordu. Ağa başıyla ‘gel’ işareti yaptı. Yardımcısı adeta yanına uçtu, ağaya doğru eğildi. Ağa dudaklarını kımıldattı bir şeyler söyledi. Adam kafasını sallayarak onlara doğru geldi ve ağanın onları masasına davet ettiğini söyledi. İkisi de “O kim?” diye sordular.

  • O bu bölgenin sahibidir, gelseniz iyi olur, dedi.

Sesindeki emredici hava ikisinin de ağanın davetini çevirmemeleri gerektiği duygusunu verdi. Onların geldiğini gören ağanın çatık kaşları yayıldı ve “Hoş geldiniz” dedi. Oturdular. Bir müddet anlamsız ordan buradan sohbet ederken çamaşırcı çocuğun ıslak ama katlanmış çamaşırlarını getirdiğini gördüler. Rahat nefes aldılar. Gideceklerdi. Gelen çocuğa tam para vereceklerken çocuğun uzanmış eli çekiliverdi geriye. Ağa “Anana git, söyle ona bundan sonra her hafta bunları çamaşırları alıp yıkayacaksınız ve para almayacaksınız”, dedi. İkisi de tam itiraz edecekken çocuk kuş olup uçmuştu bile.

Bu sırada ağa ayağa kalktı, diklendi, göğsünü ileriye attı ve hafif aksayarak içeriye gitti. Onun kısa boyu, aksayan ayağı sert görünümünü bozuyordu. Ancak gene de onları ağanın otoritesi tedirgin etmişti.

Ağa döndükten biraz sonra masaya yiyecekler gelmeye başlandı; çiğ köfteler, dönerler, şiş kebaplar… Ve rakı.

  • Biz rakı içmeyelim.
  • Olmaz içeceksiniz.

Emredici ton onları böylece yemeğe başlattı ve ağanın her 15 dakikada bir içeriye girişinde rakı, meşe ağacının köklerini serinletti. Biraz sonra ağa yine içeriye girdiğinde, isminin Abidin olduğunu duydukları yardımcısı gelerek;

  • Eğer rakıyı döktüğünüzü Ökkeş ağam görürse kendisine saygısızlık yapıldığını düşünür, çok kötü olur. Siz bu adamı tanımıyorsunuz. Bu adam bir bağırsa 300 tane silahlı adamı hemen yanında biter.

İkisi de içeri giren ağaya bir kez daha baktılar ve “Anladık” dediler. İyice tedirgin olmuşlardı. Kalpleri çarpıyordu. Tek hissettikleri tuzağa düşmüş duygusuydu; Akıllarından bin bir soru geçiyordu; Ağa silah isteyecekti. Yok, ağa silah istemeyecekti, kaçakçılığı için ortam isteyecekti. Hayııırrr… Araç isteyecekti… İkisinin de aklından hızlı hızlı düşünceler akıyordu. Ağanın adamlarını süzüyorlardı. İkisinin de göz bebekleri hızla hareket ediyordu. Kısa boylu arkadaşı olan Semih, panik noktasına gelmişti. Sıkıntı ve tedirginlikle ikide bir sandalyesine yerleşme hareketleri yapıyordu. Ağa neden ikisini tutuyordu ve kendilerinden ne istiyordu? Ağa ise onlara ciddi gözlerle bakıyor sanki biraz da gülümsüyor gibiydi.

Tüm bu şüpheler akıp giderken yemek yeniyor ve ordan buradan ipe sapa gelmez, önemsiz konularda konuşulmaya devam ediliyordu.

Bu sırada yemek faslı bitmeye yakın yanlarına 60 yaşlarında, üstü başı yırtık pırtık, karnı ağrıyormuş gibi hafif öne eğilmiş bir dilenci yaklaşarak kendini acındırıp, türlü dualar ederek para istemeye yeltendi. Ellerini Ökkeş Ağa’ya doğru uzattı. Ağa dilenciyi görünce hiddetle:

  • Yine mi sen? Geçen sefer bana geldin, ben sana para verdim, karnını doyurdum, seni arabaya bindirip garaja yolladım. Biletini aldım. Arabaya bindirip memleketine yollamadım mı? Ama sen arabadan indin, verdiğim parayı yedin, yine dilenmeye başladın haa? Seni sahtekar yaşlı domuuzzzz… Abidin alın bu adamı bir güzel dövün de aklı başına gelsin.

Hamitle arkadaşı korkudan, şaşkınlıktan donakalmışlardı. Bir ağaya, bir de Abidin’in kolları arasında korkudan titreyen, nafile kurtulmak için çırpınarak sürüklenen dilenciye bakıyorlardı. Birden Hamit kendine geldi ve “Aman ağam, adamı bize bağışla bu seferlik. Bırak gitsin zavallı.”, dedi.

Neyse ki ağa hatırlarını kırmadı ve adamı ite kaka, tehditler savurarak defettirdi. Zoraki sohbet devam ederken Ağa ara sıra kalkıp, ağır aksak içeriye gidiyor, 10-15 dakika içeride kalıyordu. Sonra yine gelip sohbete devam ediyordu.

Güneş, yanakları al al olmuş genç kız saflığıyla kızarmış, usul usul süzülerek gidiyordu. Köylülerin tarlada işleri bitmişti. Meydandan tek tük insanlar geçmeye başlamıştı. Yemek faslı bitmiş bol köpüklü kahvelerini yudumluyorlardı. Meydandan geçen  esnaf  bir adam, “Ooooo… Ağam, hoş geldin. Nerelerdesin? Yüzünü gören cennetlik”, diye dalkavukluk etmeğe çalıştı.

Ağa, “Sen kimsin ki yüzümü görünce cennete gidesin?!! Bana niye dalkavukluk ediyorsun hayvan herif!!! Defol, canımı sıkma!!!”, diye adamı azarladı.

Adam, “Affedersin Ağam, kusura bakma!!!”, diyerek adımlarını hızlandırıp uçarcasına uzaklaştı.

İki genç de huzursuzca, tedirginlikleri iyice artarak, sandalyelerinde kıpırdandılar. İkisi de fırlayıp koşa koşa ordan uzaklaşmak istiyorlardı. Ağa, “Akşama bırakmam sizi, beraber olalım.”, diyerek tekrar kalktı, her seferinde olduğu gibi yine ağır aksak topallayarak içeriye gitti. İki gençten kısa boylu olan Semih yersiz, zamansız, “Valla silahım dolu, bir şey olursa mermileri boşaltır beynini kevgire çeviririm gebertirim, hiç dinlemem abi!”, dedi.

  • Saçmalama oğlum, savaşa mı geldik!

Ahmet bunu söylerken arkadaşına karşı her ne kadar soğukkanlı ve cesur görünse de aslında onun da endişeden kalbi hızla çarpıyordu. Ağanın içeride olmasını fırsat bilerek ağasından gözünü ayırmayan yardımcısı Abidin’e, “N’olur söyle ağana bizi bıraksın. Bizi ararlar, geç kalmayalım.”, dedi.

On dakika sonra ağa yanlarına geldi.  Abidin:

  • Ağam izin verirseniz bunlar gitsinler, onları bekleyenler vardır.

Ağa bunun üzerine, “Öyle mi, tamam. Yarın cumartesi sizi 10’da kahvaltıya bekliyorum. Eğer geleceğinize söz verirseniz sizi bırakırım.”, dedi.

Tabii her ikisi de hemen söz verdiler. Tek amaçları başları belaya girmeden oradan bir an evvel uzaklaşmaktı. Tekin olmayan bu ortamı hemen terk etmek istiyorlardı.

Bu sırada kahvenin pala bıyıklı, hafif aksayan, göbekli sahibine dönerek, “Bunlar her hafta gelecek ve senden harçlıklarını alacaklar.”, dedi. Kahveci kapkara bakışlarını yere indirerek, “Emrin olur ağam.”, dedi.

Böylece ikisi de derin bir nefes alarak oradan ayrılabildiler.

Kısa boylu, sarışın olan Semih, terli yüzünü sıkıntıyla silerek “Ne yapacağız şimdi? Bu adamdan nasıl kurtulacağız? Bizden ne istiyor? Ben yarın gitmem ona göre.”, dedi. Uzun boylu olanı düşünceli düşünceli “Tabii ki gitmeyeceğiz ve bundan kimseye bahsetmeyeceğiz.”, dedi. Gerçekten de geriye döndüklerinde bundan kimseye bahsetmediler.

Ertesi gün, tüm tazeliği ve ışıltısıyla doğan güneş, bir genç kız gibi zarifçe gökyüzüne doğru usulca süzülüp horozların çağrıları eşliğinde dağların arkasından ovaları okşayarak gelmekteydi. Herkes uyanmış, ortalık yavaş yavaş hareketlenmeye başlamıştı. Bu sırada köye doğru tozu dumana katarak gelen siyah bir şavrole göründü. Otomobili ilk Ahmet görmüştü. Gelenin kim olduğunu tahmin etmesi hiç de zor olmadı. İçi ‘cızz’ etti, kalbi çarparak koştu arkadaşına, ağanın geldiğini söyledi. Arkadaşının şaşkınlıktan gözleri kocaman oldu. Panikle, kendisini görmediği, bulamadığı falan yalanını uydurmasını istedi. Ne yapacağını şaşırmış bir halde kıvranıyor ve “Lanet olsun, ne istiyor bizden?”, diye söyleniyordu.

Biraz sonra bir ulak yanlarına koşarak geldi ve amirlerinin ikisini de çağırdıklarını söyledi. İkisinin de yüzü asılmıştı. Üstlerine çeki düzen verip ne düşüneceklerini ve ne ile karşılaşacaklarını bilemeden şaşkın bir halde amirlerinin yanına gittiler ve fiyakalı bir selam verdiler. Amirlerinin karşısına ciddi görünümlü, iyi giyimli tanımadıkları bir adam vardı:

  • Evladım, neden davetli olduğunuzu söylemediniz? Size izin verirdim. Bakın sizi almaya gelmişler.

Yarım saat sonra çaresiz otomobile bindiklerinde artık kendilerini iyice kapana kıstırılmış gibi hissediyorlardı. Sarı sıcak bu havada yol bitmek bilmiyordu. Bu ovalık yerde upuzun yolda sadece kendileri vardı. Bir müddet sonra ana yoldan çıkıp dar bir tali yola girdiler. Bu daracık yolun kenarlarında ulu ağaçlar yolun dışarıdan görünmesini engelliyordu. İkisi de arkada oturduğu koltuklardan birbirlerine  ‘nereye gidiyoruz’ dercesine merakla, sessizce baktılar. Sağa sola hızla saparak gittikten sonra birden bire durdular. Şoför, “İnin!”, dedi. İndiler. Otomobilin yanında yan yana durdular. Şoför bu dar yolun karşısındaki üzüm bağını göstererek “Burası benim, yiyin.” dedi. “Haaa” deyip, derin bir soluk alarak yörenin kocaman kapkara üzümlerinden yediler. Sonra şoför “Gidiyoruz.”, dedi. Emir belliydi, bindiler. Yola koyuldular. Kimse konuşmuyordu. Biraz sonra hızla sola saptılar yeni başka bir üzüm bağında durdular.

Gösterişli bir bağ evinin önünde Ağa adamlarıyla onları bekliyordu. Bembeyaz bir gömlek giymiş yakasını açmıştı. Uzun adamlarının yanında oldukça kısa görünüyordu. Ağa “Hoşgeldiniz.” dedikten sonra, bir işi olduğunu yarım saat sonra döneceğini söyleyerek oradan ayrıldı. Ağaçların altında gölgedeki masaya geçtiler. Yanlarından bir dere mırıldanarak akıp gidiyordu. Hakikaten yarım saat sonra Ağa birkaç adamıyla birlikte döndü. Yanlarına geldi, her zaman oturduğu köşesine yerleşti. Hafifçe gülümsedi ve:

  • Siz şimdi merak ediyorsunuzdur. Sizden bir şeyler isteyeceğimi düşünüyorsunuzdur. Hayır, sizden ne mermi, ne silah ne de başka bir şey isteyeceğim. Sizlere ilgi göstermemin, çağırmamın nedeni sadece askerleri sevmemdendir. Başka hiçbir niyetim yok. Endişelenmeyin.

Akşam geriye döndüklerinde tüm yaşanılanları, endişelerini anlattıklarında Ağa’nın sırf bu sevgisi yüzünden daha önce de askerler yesin diye bir kamyon bedava portakal ve üzüm gönderdiğini öğrendiler.

PAYLAŞ
Önceki İçerikKozmik Ruhun Işığı
Sonraki İçerikRodin ve Düşünen Adam
Berrin Akıncı Nalbantoğlu
Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Çoğrafya Fakültesi "Felsefe Tarihi" bölümü mezunudur. Uzun yıllardır MEB'e bağlı okullarda felsefe öğretmenliğini devam ettirmektedir. Felsefenin yanı sıra resim ve edebiyatla yakından ilgilidir. Ressamlık ve öykü yazarlığı deneyimleri bulunmaktadır. Bunların haricinde felsefe, edebiyat ve resim üzerine yazar ve düşünür...