Bu koca evrende bir can,
Bu karanlık evrende,
Elleri anne karnına dayanmış,
Bir bataklık kurbağası gibi kalbi,
Bir aşağı bir yukarı çırpındıkça,
Etrafını kuşatıyor aydınlığa kavuşmanın telaşı.
Oysa bilmiyor ki,
Kahpece düzülmüş bir tezgahın ortasında açacak gözünü
Gündüz’ün geceye ince ince işlendiği bir tezgahın
Işığın, karanlığa fısıldamasından belli değil mi?
Ama elbet uyanacak!
Elinde bir bıçak,
Nahoş bir asilzade edasıyla,
Kavgaya çağıracak güneşi,
Elinde bir bıçak!
Bir uçak kadar ağır,
Bir uçak kadar keskin,
Savurdukça gökyüzüne,
Gökyüzünde, faça izleri.
…
İmbat rüzgarları kopuyor güneyden,
Tire’deki o dik yokuşun dibinde
Eski bir mısır tarlasında,
Üzerine ışığın vurduğu yaprakları savuruyor rüzgar
Meltem esintileriyle parıldayan uçsuz bir maviliğin dalgası gibi,
Topraktan bir Yaşar Kemal kokusu geliyor insanın burnuna
Ve kavgaya davet ediyorlar güneşi,
Elllerinde bir tüfek,
Bir tren kadar siyah,
Bir tren kadar kararlı,
Yağdırdıkça gökyüzüne tersine yağmur gibi,
Tanrı’nın göğsünde kurşunların izleri.
…
Parkesi cilalı bir salonda,
Tek başına bir tango koyuyor,
Tek başına bir Latin orospusu
Boynu kırık bir boy aynasında,
Aynı anda Aydın Kanza parkında bir bankta,
Bir hayal kuyusunun sarkacını geçiriyor bir adamın boynuna
Dipteki aydınlığına kavuşması için,
Ve düelloya davet ediyorum aydınlığı
Nahoş bir asilzade edasıyla
Elimde bir bıçak,
Bir uçak kadar kör,
Bir uçak kadar paslı,
Sapladıkça karnıma güneş,
Sapladıkça ardı ardına ışığı
Çocukların kahkahasına karışıp
Sarıya buluyor Mezopotamya’yı