TORİNO ATI
Torino Atı, Nietsche’ nin kendi yaşam öyküsünden esinlenmiş bir hikaye ile özdeşleşmiş ve imgelemesini yine Nietsche’ nin sık sık kullandığı at, arabacı ve araba üzerine kurmuş bir filmdir. Filmde at ruhu, arabacı aklı, araba ise bedeni temsil ederken; ilk giriş sahnesinde atın uzun ve zor bir yolda ilerlediği görülür ki bu sahne, bir kayboluş duygusu yaşatmaktadır. Her insanın kendi yaşamında bir kayboluşu olduğunun, aklının, bedeninin ve ruhunun nereye ve nasıl gittiğini anlamadan yaşadığı bir süreci, ruhsal, bedensel bir kayboluşu özetler gibidir. Filmde baba ve kızın aynı ev içinde yaşarken, birbirleri ile neredeyse hiç konuşmaması bireyselliğin ve yalnızlığın ne denli derin yaşandığını gösterirken, yan yana olan iki insanın yabancılaşmasının anlatılması açısından değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Babanın kızı ile yaptığı sohbet esnasında ağaçtaki kurtların sesini duyduğunu belirtmesi de yalnızlıklarının derinliğini göstermek adına önemlidir. Ruhlarının derin yalnızlıklarını ve ihtiyaçlarını görmezden gelerek, yalnızca bedensel bir varoluşla yaşamaya devam eden baba ve kızın sürekli olarak patates yemeleri; yaşamın devam etmesi için bir patatesin yeterli olduğunun ifadesi, derin bir yoksulluğun da imgesidir ve bu imge ekonomik olduğu kadar ruhsal bir yoksunluktur aslında. Ancak her geçen gün, ruhlarındaki yalnızlığın büyüdüğü ve belki de ruhları için en gerekli olan şeyi; yani umudu kaybetmeleri ile birlikte patatesi yemekten vazgeçmeleri de dikkat çekicidir. Özellikle filmin son sahnesinde, gitmenin imkansız olduğunun anlaşılması ile birlikte belki bir anlamda umudu içinde barındırdığı düşünülen kızın da patates yemekten vazgeçtiği yani aslında ruhu olmayan, umudu olmayan birinin bedensel varoluştan da vazgeçtiği fark edilmektedir. Burda dikkat çeken asıl nokta; ruhsal bir doyumun mümkün olmaması halinde, bedensel bir varoluşun da mümkün olmadığıdır. Atın gitmek istemeyişi ise; ruhun yani arzuların, isteklerin ve belki de umudun kaybolması halinde; bedenin ve aklın ruha söz geçiremeyeceğini, beden ve aklın varlık bulması adına, ruhun mutlu ve özgür olması gerektiği vurgusu yapılmıştır. Filmde atın sürekli olarak bir ahıra kapatılması ise, ruhun bedene hapsedilmesinin imgesi gibi anlaşılmakla birlikte, bedenden ve akıldan uzakta tutulduğunun ve görmezden gelindiğinin de bir imgesidir. Bir anlamda akıl yani arabacı, yapması gerekenleri yapmakta olup, evde yaşamına devam etmeye çalışırken, ruh yani at ahıra kapatılmıştır. Bu durumun ise mutsuzluğu doğurması ile, yaşam isteğinin son bulması olarak yorumlanabilir. Film de, ruh, beden ve akıl; at, araba, arabacı olarak farklı imgelenmiş olsa da, baba ve kızın da ayrı ayrı derin bir yalnızlık yaşadıklarını, ruhsal bir doyumu yaşamadıkları ve yalnızca fiziksel varlıkları ile yaşamlarını sürdürürken, kendi içlerinde tekil bir yalnızlık hissini yaşadıklarını göstermektedir. Film de babanın, kızının yüzüne baktığı ancak kızın babası ile hiç göz göze gelmediği özellikle dikkat çekerken, kızın yalnızca yapması gerekenleri yaptığı ve yaşamı bir ödev niteliğinde algıladığı fark edilir. Filmin siyah beyaz oluşu ise, kişilerin yaşamlarının renksizliğini de düşündürmektedir. Bir başka dikkat çekici nokta ise, filmdeki Çingene imgesidir. Çingene atlarının, son derece sağlıklı, soylu bile denilebilecek, beyaz ve hareketli olduğu görülmektedir. Bu durum esasen çok ilginç imgelenmiştir. Çünkü çingeneler genellikle yoksul bir sınıftır. Sanıyorum Çingenelerin filmde, içki içen, ruhlarının istediği yere gidebilecek denli özgür, zevkleri doğrultusunda imgelenmesi ve atlarının burada, son derece güzel, soylu olarak seçilmesi, ruhsal bir özgürlüğü, mutluluğu ifade etmesi açısından değerlendirilmelidir. Dinsel öğretilerin, yaşamı kısıtladığı, özgürleşmenin, yaşamdaki bireysel arzu ve taleplerin önündeki en büyük engelin kaynağı olarak aktarılması, Nietsche’ nin öğretisi ile uyumludur. Filmde dinsel öğretiler, yaşarken ölmek gerektiğinin, yaşamda insana haz ve mutluluk veren her şeyin kısıtlanmasının mutsuzluk hali olarak baba ve kıza durumun yansıdığının altı çizilmişse de, bu durum atlarındaki, sağlıksızlık ve hareketsizlik ile pekiştirilmiş; çingenelerin durumları ve atları ile de tezatlık ortaya konulmuştur. Filmin en vurucu sahnelerinden biridir. Filmin sonunda ise, akıl, ruh ve beden bazen yaşamda aynı noktaya doğru hareket etse de, koşullar nedeniyle bu durumun gerçekleştirilememesinin, yaşanılan derin çaresizliği ve yaşama dair duyulan vazgeçilmişliği aktarması açısından önemlidir. Bu ise, umudu öldüren Nietsche’ nin öğretisinin en vurucu kısmı olarak filme yerleştirilmiştir. Kişilerin, gitmenin kendi ellerinde olduğu düşüncesi ile yaşamlarına devam ettiklerini düşündükleri ancak gitmek isteseler de gidemeyecekleri gerçeği ile karşılaştıklarında tüm umutların yitirildiği, kararan ekranlarla ifade edilmiştir ve yine vurucu sahnelerden biridir. Umut, belkide hiç dönüşü olmayan bir yere gönderilmiştir; Tanrı ölmüştür ve gerçekler karşısında umut hiçbir işe yaramayacağı için, umudun bittiği yerde var olmanın dayanılmaz ağırlığı filmde karanlık imgesi olarak ortaya konulmuştur.
Marslı, bir astronotun yaşamın olmadığı bir yerde yaşam mücadelesi verdiğinin aktarıldığı bir film olarak karşımıza çıkarken, kişinin bilimi yani aklı kullanarak yaşamda kalma sürecini aktarmaktadır. Kişinin, film süresince müzik dinlemesi, yoğun olarak kendisini mutlu hissettirmeye çalışması ve umudunu hiç yitirmemesinin aktarıldığı filmde, tema insanoğlunun en temel güdülerinden biri olan yaşamda kalma mücadelesi, yaşamın ve umudun belki de hiç var olmayacak bir yerde bile devam etmesidir. Yaşamda kalmanın bir patates ile mümkün olduğunun anlatılmaya çalışıldığı filmde, yine bir kayboluş söz konusudur. İnsanoğlunun yaşam mücadelesinde en temelde yalnızlığını kabullenmesi gerektiği üzerinden de değerlendirilebilecek olan Marslı Filminde, insanların farklı özelliklerinin de ortaya konulduğu görülmektedir. Bu özellikler yaşamlarımızın bir diğer insanlarla anlamlı ve mümkün olduğudur. Marslı filminin en temelde vermek istediği iletinin umut ve mücadele olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İnsanoğlunun dünyadan milyarlarca yıl uzakta ve yapayalnız kaldığı süreç de dahi, aklını kullanarak kendisine umut var edebildiği ve yaşam mücadelesine devam ettiği görülmektedir. Kişinin, dünyadaki kişilerle iletişim kurmaya çalıştığı ve bulunduğu yerde umudun belki de birçok insan için kalmadığı yerde vazgeçmeden hayatta kalmaya çalıştığı görülür. Filmde diğer filmlerde sıkca rastlanılan bir ajitasyona rastlanılmaz; yani dünyada çok sevdiği ve dönmeye söz verdiği bir ailesinin olduğu gibi.. kişinin yaşamda, yalnızca kendi varoluşu için kalmaya çalıştığı görülür. Ayrıca yaşama fazlaca anlamlar yükleyen ve felsefik açıdan zorlayan bir yönü de yoktur karakterin. Yalnızca en basit haliyle yaşama devam etmeye çalışmaktadır. Var olan koşulları sonuna kadar zorlar ve bunu akıl yolu ile gerçekleştirir. Marslı filminde hiçbir zaman umutsuzluk hissettirilmemiştir. Bir an olsun kişinin öleceği hissine kapılınmaması ise, kişinin sürekli akıl yolu ile verdiği mücadelenin görülmesi ve duyduğu umudu kaybetmeden yeni yollar denemesidir. Aklın olduğu yerde sanki kader ve tanrı anlamlarını yitirmektedir. Nereye veya neye ulaşmak istiyorsanız, yol belirli ise, gidilecek yola akıl yolu ile ulaşılabilir ve bu süreç dahi kişinin mutlu olmasına sebep olabilir.
FİLMLERİN KIYASLANMASI
İki yönetmenin bakış açılarının aslında birbirleri ile zaman zaman bağdaştığı görülür ki, bu akıl, beden ve ruh üçlemesi açısından bakıldığında; özgürlüğün, aklın, bedenin ve ruhun uyumlu olarak yaşaması ile mümkün olduğudur. Bazen koşulların mümkün olmaması durumunda gidilmek veya varılmak istenilen yere gidilemediği, mutlak özgürlüğün ise mümkün olmadığının aktarılması açısından iki film benzerlik gösterir. Yine her iki filmde, var olmanın devam edebilmesi adına, bedensel, ruhsal ve ussal varlığın birbirleri ile olan bağının vazgeçilmez derecede önemli olduğu, bedenin ruhtan, aklın bedenden ayrı düşmesi durumunda var olmanın mümkün olmadığı aktarılırken, bedensel varoluşun devam etmesinin bir patates kadar basit olduğu aktarılmıştır. Marslı filminde bedensel varoluşun önceliği dikkat çekicidir. Ruhsal varoluş ise kendisini umut üzerinden ortaya koymaktadır ki bedensel varoluş sürdükçe umut her zaman söz konusudur; Marslı filmindeki karakterin dünyaya dönme ve yaşam mücadelesinin Nietsche de olmayan bir umudu simgelediği ve bu ateşi ise aklı kullanarak körüklediği olmuştur. Yani insanoğlu en zor koşulları akıl sayesinde atlatabilirken, umut yani yaşama arzusu ve üçleme üzerinden ruh olarak tanımlamak Yanlış olmayacaktır; bu şekilde varlık bulur ki akıl da ruha bu yönü ile hizmet eder. Aynı zamanda ruh akılsız yok olacaktır. Torino Atı’nda, aklın, ruhu çürüttüğü, ruhun çürümesi ile birlikte bedensel yok oluşun ortaya çıktığı, akıl, beden ve ruh üçlemesinde, en önemlisinin ise ruh olduğu gibi bir duygu yaratılmaktayken, Marslı da ise yine hayatta kalma içgüdüsü ve dünyaya dönme arzusu yani ruhsal talepler, öncelikle bedensel varoluşun devam etmesi üzerine kurulmuş ve bu durumun olanak bulması adına aklın en üst seviyede hüküm sürmesi gerektiğinin altı çizilmiştir. Filmler bu noktada birbirlerinden farklılaşmaktadır. Marslı filminde, bedensel var olma ihtiyacının veya içgüdünün umudu yani yaşamda kalma arzusunu tetiklediği anlatılmaya çalışılırken, ruhun, bedenin varlık bulması adına aklın en üst seviyede devrede olmasının altı çizilirken, Torino Atı’nda bu durum, ruhsal özgürleşme mümkün kılınmadıkça, bedensel bir var oluşun anlamsızlığı üzerine düşündürmektedir. Bu noktada filmler birbirlerinden ayrılırlar. Marslı filminin yönetmeni Ridley Scott, Torino Atı’nı izlemiş gibi düşündürmektedir. Ve belki de Nietsche’ nin bakış açısına yapılan bir eleştiri olarak karşımıza çıktığı da düşünülebilir. Bu da umuda karşı umutsuzluk- akla karşı ruh olarak düşünülebilir. Bir diğer farklı nokta, fiziksel olarak en yakın iki kişi arasında yalnızlığın mümkün olmasına rağmen, binlerce yıllık uzaklıklar arasında birliktelik sağlayabildiğinin aktarımıdır. Var olmak yani bedensel varoluş, nerede olunursa olunsun bir patatesle sağlanabilecek kadar basittir. İki filmde de ancak var olmayı anlamlı kılan şeyin umut olduğu filmlerin birleştikleri noktadır. Umut ise, akıl yolu ile mi yoksa ruhsal bir olgunluk, özgürleşme yolu ile mi edinilebilecek bir şeydir sorusu iki filmin ayrıştığı noktadır.
Daha derinden bakmak ve eleştirel olarak yaklaşmak gerekirse; Marslı filmi ruhu, bedeni ve aklı daha fazla bütünleştirmiş gibi okunabilir. Aklı en üst seviyede tutan bir kişinin, bedensel varoluşunun devam ettiği görülür ve ruhsal bir olgunlaşmayı pek göz önünde bulundurmaz. Yani yaşamak için yaşamak söz konusudur. Bu durum en temel de bir içgüdüdür. Yaşama derin anlamlar yüklenmez bu filmde. Aslolan hayatta kalmak, nefes almaktır. Eğer ruhsal bir özgürlük, olunmak istenilen yerde olmak veya oraya varmak ise de bu en temel de akıl yolu ile gerçekleştirilebilir. Yani ruhun isteği, kişinin dünyaya ulaşması ise de, bu ancak ve ancak aklın en üst seviyede kullanması ile mümkündür. Ancak Torino Atı’nda bu ayrım olabildiğince felsefik verilmiştir. Akıl, ruh ve beden birbirinden ayrıdır ve aslında akıl bedeni yönetirken, son derece ezber davranabilir ki bu esas tehlikedir. Yaşamı rutine sokabilir ki, bu filmde akıl, yaşamı bir ödev olarak algılayan bir olgu olarak verilmiştir. Aslında kullanılmayan ve ruha hizmet etmeyen bir olgudur. Akıl, kullanılmadığında ve yaşamı ezbere soktuğunda bambaşka bir yere çekiştirirken bedeni, ruh da hapsolduğu bedenle birlikte aslında istemediği yerlere sürüklenir. Oysa Marslı filminde ruhun ve bedenin gitmek istediği yere ancak ve ancak akıl yolu ile ulaşabileceğinden bahsedilmektedir. Filmlerin ayrıştığı nokta ise tam da bu noktadır. Ve belki de biri var olan problemi dile getirirken, diğeri çözüm sunma niteliğindedir. Torino Atı’nda tam olarak kullanılan bir akıldan bahsetmek mümkün değildir aslında. Daha çok akıl devre dışıdır ve kullanılmadığında, dogmatik düşüncelerle karanlıkta kalır ve ruh; aklın gölgesinde kalır ancak hep acı çeker ve bedene hapsolur, çürür bu ise bir süre sonra derin bir mutsuzluğa hatta depresif bir kimliğe bürünür. Bu anlamda Torino Atı aklın kullanılmaması durumunda neler olabileceğini ortaya koyan yani sorunu ifade eden bir filmdir. Oysa Marslı filmi, aklın kullanıldığı durumda, en olumsuz zamanların bile ruha yani bir diğer deyişle gidilmek istenilen yere duyulan arzuya, nasıl ulaşılabileceğinin altını çizerken, bilimin ve aklın kullanılmasını bir çözüm yolu olarak ortaya koyar. Yani bu filmlerden biri akıl kullanılmadan, dogmatik düşüncelerle sürdürülen bir yaşamda ortaya çıkacak sonuçları anlatılmaya çalışırken (Torino Atı), Marslı filmi aklın kullanılması takdirinde neler olacağını anlatır bir yanı ile. Ancak Torino Atı daha derin ve felsefik anlamları da olan bir filmdir aynı zamanda. Bazen istenilen yerlere gidilemez veya istenilen arzu edilen şeyler yapılamaz, yalnızca akıl yolu ile düşünüldüğünde mantıksız ve öğretilenlere ters geldiği için. Bu durum, var olan her şeyi satıp istenilen bir ülkede yeni bir yaşam kurma isteği duyan ruh gibi örneklendirilirse, akıl ruhun bu yaptığını saçma ve yapılmaması gereken bir durum olarak adlandırabilir ve risklerin alınmasını istemediği için, kişilerin özgürlükleri ve yaşamı nasıl yaşamak istediklerine dair önlerine konulan setleri çeker. Torino Atı aslında bir nevi bu durumu Ferrarisini Satan Bilge hikayesinde olduğu gibi aktarmaya çalışırken, Marslı filmi akıl olmadan yaşamanın mümkün olmadığının altını çizer. Filmler özetle, dogma düşüncelere karşı çıkar ve aklı salim bir şekilde kullanılması gerektiğini savunur ancak Marslı filmi ruhsal bir var oluşu içgüdüsel bir durum olarak ele alır. Torino Atı ise dogmatik düşüncelerin ruhu öldürdüğünün altını çizerken, ruhun çok daha farklı istek, arzu ve hayallere sahip olabileceğini belirtmesi açısından önemlidir. Torino Atı, ruhsal varoluşun kişiyi özgürleştireceği ve aklın ona hizmet etmesi gerektiğini ifade ederken, Marslı filmi hayatı ve ona bağlı olarak da pek tabii arzu ve talepleri yani ruhsal istekleri daha basitleştirir ve aklın öncülüğünde onların varlık bulmasını sağlar.