Bir beyaz kağıtta ki kadar saf durmuyor hayat. Ne zaman içine girdiniz o zaman anlıyorsunuz ne olduğunu. Bir şey avuçlarınızın arasından geçerken sizin yaptığınız sadece seyretmek. İşte tam olarak budur zaten hayat. Sonra kabuğunuza çekiliyorsunuz, mağaranıza, fildişi kulenize, kalenize…
Adına ne derseniz bilmem, içinize dönüyorsunuz işte. Çünkü dış dünya ağır geliyor bedeninize. Tütün, her gece dudağınızın kenarında olsa da, kalabalık olsa da etrafınız veya ne bileyim bol kahkahalı olsa da suratınız öyle olmuyor işte. hayatın getirdiği ve sırtınıza bindirdiği şeyler ağır geliyor size. Taşımak istemiyorsunuz. Bir şeyler gösteriyor size bakmak, görmek, kabullenmek istemiyorsunuz. Uzun. Çok uzun bir yolculuğa çıkmak istiyorsunuz…
Durun…
Durun, durun!
Çıkıyorsunuz da zaten, hiçbir yerde dönmeyen talih çarkınız burada dönüyor ve siz bu istediğiniz yola çıkıyorsunuz. Göç ediyorsunuz içinize doğru. Hem ne demişti Zarif bir abimiz;
‘’En uzun yoldur insanın içi’’
Bu uzun yolculukta ardınızda bazı şeyleri bırakıyorsunuz. Bazı sesler, bazı gözler, bazı sevinçler bırakıyorsunuz. Ama bunları öyle bir bırakıyorsunuz ki parça parça ederek. Adeta nereye gittiğinizi birileri bilsin diye…
Bilsin ve eğer sizi bir gün ararsa o parçalardan sizi bulsun diye…
Bu yolculukta yanınıza aldığınız tek şey ise umutlarınız. Ama her virajda biraz daha eksiliyorlar sizden. Sarp ve engebeli bir arazide geçiyor bu yolculuk dikkatli olmanız gerek…
Derin bir sessizlik ve karanlık içinde geçen bir yolculuk bu…