Buram buram özgürlük, buram buram insanlık kokar İstanbul. Kalabalık içinde yalnızlık, yalnızlık içinde kalabalıktır. Hiç kin tutmaz bu kent. Yaftalamaz, bir bavula yapıştırır gibi etiket kondurmaz sırtına. Gün batıp da ay parladı mı ve martılar gökyüzünde ışıklarıyla dolaştığında kaotik yüzünü döner. Kimi evine döner kimi evinden yeni çıkar kimileri de zaten hep volta atmaktadır.
Her vakit güzel bir kadına, adama rastlama imkanınız vardır. Gerçi yorar gözlerinizi reklam panoları, otobüste tuttuğunuz yere kadar sızan reklam şablonları. Ama duvar yazıları da vardır, duvar resimleri, grafitiler. Yapılan gudubet alış-veriş merkezleri, gökdelenlerinin yanı sıra güzel, tarihi camileri, görkemli kiliseleri vardır. İstediğiniz an girip dinlenebilir, ister dua eder ister eski İstanbul’a dair bulduklarınızın tadını çıkarırsınız.
Ruh denen tanımlanmaz o sonsuzluk simgesi şehirler içinde geçerlidir. Her şehrin ve şehrin içindeki her semtinde başka bir tadı vardır. İstanbul’un ruhu eski ve yeni bir arada kalabalık ve yalnızlık iç içe oluşudur. İstanbul fethi zor Fatih’i tek şehirdir. İstanbul Birinci Dünya Savaşı’nda ilk kuşatılan ve Mustafa Kemal tarafından kurtarılan şehirdir. İstanbul çok misafir ağırlayan şehirdir. Anlatmakla bitmez yaşamak yetmez İstanbul’u… Doğduk, büyüdük, büyüyoruz bu şehirde daha keşfedilmedik kaç sokak var kim bilir bu yedi tepeli şehirde. Kız kulesi ayrı, Topkapı, Dolmabahçe Sarayı ayrı, Ortaköy’ü, Bebeği ayrı Beyoğlu’su ayrı bu şehrin neresinden başlasan anlatmaya diğerinin hatırı elbette kalacaktır. Çünkü İstanbul’u İstanbul yapan çok şey vardır. Her şey bir bütündür bir aradadır bu şehirde. Ne efsaneler yazılmıştır uğrunda ama hakkını da verir tam bir körler şehridir. Çünkü yaşıyorken herkes şikayet eder trafiğinden kalabalığından ama işte o kalabalık içindeki yalnızlık başka nerede vardır ki… Uğruna şiirler yazdırır. İstanbul hangi yazarı, hangi şairi etkilememiştir ki zaten.
Şehirlerin sahip olduğu bu ruh bazı yazarları etkisi altına almış hatta büyülemiştir. Romanlarında mekan olarak seçtikleri şehirler öylesine etkilemiştir ki romandaki kişileri ele geçirmekle kalmamış, kendisine dönüştürmüştür. Aslında şehirden asıl etkilenen bizzat yazarın kendisidir. Bunu öyle güzel işlemişlerdi ki bizlerde o günlere o şehirlere şehirlerin o ruhuna hayran kalırız. Ama ben bugünkü haline de hayranım İstanbul’un. Çünkü sokaklarını gerçekten dikkatle gezerseniz bir sokak bugünün sanatı grafitiyle doluyken diğer bir sokak eski İstanbul gibi durur karşınızda. Hiç değişmemiş hiç eskimemiş olarak. İstanbul’un tarihçesinden bahsetmek gerekirse;
İstanbul’un tarihi 300 bin yıl önceye kadar uzanır. Küçükçekmece gölü kenarında bulunan Yarımburgaz mağarasında yapılan kazılarda insan kültürüne ait ilk izlere rastlanmıştır. Bu dönemde gölün çevresinde Neolitik ve Kalkolitik insanların yasadığı sanılmaktadır. Çeşitli dönemlerde yapılan kazılarda, Dudullu yakınlarında Alt Paleolitik Çağ’a, Ağaçlı yakınlarında ise, Orta Paleolitik Çağ ile Üst Paleolitik Çağ‘a özgü aletlere rastlanmıştır. 5000 yıllarından itibaren başta Kadıköy Fikirtepe olmak üzere Çatalca, Dudullu, Ümraniye, Pendik, Davutpaşa, Kilyos ve Ambarlı’da yoğun bir yerleşimin başladığı sanılmaktadır. Ama bugünkü İstanbul’un temelleri M.Ö. 7. yüzyılda atılmıştır. M.S. 4. Yüzyılda İmparator Constantin tarafından yeniden inşa edilip, başkent yapılmış; o günden sonra da yaklaşık 16 asır boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde başkentlik sıfatını sürdürmüştür. Aynı zamanda, İmparator Constantis ile birlikte Hristiyanlığın merkezlerinden biri olan İstanbul, 1453’te Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra Müslümanların en önemli kentlerinden biri sayılmıştır.
İstanbul Tarihindeki Belli Başlı Dönemler
Bizantion (M.O. 660 – M.S. 324) Yunanistan’dan gelen Megara’lılar M.Ö. 680’lerde Marmara Denizi’ni geçerek İstanbul’a ulaştılar ve bugünkü Kadıköy’de Halkedon adını verdikleri bir kent kurdular. “Körler Ülkesi” olarak da anılan Halkedon’un halkı tarımla uğraşıyordu. M.Ö. 660’larda da Trak kökenli komutanları Bizans önderliğinde yola çıkan Mega’lıların diğer bir kolu bugünkü Sarayburnu’nun olduğu yerde başka bir kent daha kurdu. Efsaneye göre Delfi Tapınağı’ndaki kahinin öğüdüne uyarak burayı seçen Megara’lılar, komutanlarının adından hareketle, kente “Bizantion ” adını verdiler. Bu yörede Megara’lılardan önce de bazı Trak toplulukları yaşadığı bilindiği için Megara’lılarla yerli halkın kaynaşmış oldukları sanılmaktadır. Pek çok istilalara uğrayan Bizantion, M.Ö. 269’da Bithynıalılar tarafından yağmalanarak ele geçirildi. M.Ö. 202’de Makedonyalılar’in tehdidinden korkarak, Bizantion Roma’dan yardım isteğinde bulundu. Bu dönemden itibaren kentte Roma İmparatorluğu’nun etkisi başlamış ve M.Ö 146’da kent Roma’nın egemenliğine girmiştir. Önceleri idari olarak varlığını sürdüren kent, daha sonra Bitinya-Pontus eyaletinin bir parçası haline gelmiştir. Böylece 700 yıllık kent devleti statüsü sona ermiştir. Eski İstanbul Evleri 73 yılında Bizantion Roma’nın Bithynia-Pontus eyaletine bağlandı. İmparator Vespasianus kentin gelişimine katkıda bulundu. 193 yılına gelindiğinde, Roma İmparatoru Septimus Severus, Partlar’in tarafını tutan Bizantion’u kuşatarak kenti yağmalayıp, surları da yıktırdı. Daha sonra ise surları yeniden inşa ettirip, kenti imar etti. Yeni binalarla sokakları düzenledi. Hipodrom inşaatını başlattı. 269’da kent bu defa Gotlar’ın saldırısına uğradı. Zafer kazanan Gotlar, deniz kıyısına yakın bir yere sütunlarını diktiler. 13’de Nicomedialılar kenti ele geçirdiler. I.Constantinus, Nicomedialilar’la yaptığı savası kazanarak kenti geri aldı.
Roma İmparatorluğu’nun başkenti (324 – 395) Bizantion Roma’nın Doğu’sunun yönetim merkezi olarak seçildi. Bu yeni konumu, kentin dünya kültürü ve siyaseti içindeki önemli rolünü de belirledi. I. Constantinus (324-337), Romalı soyluları Bizantion’a çağırarak kentin Romalı nüfusunu artırdı. Yeni başkentin konumuna yakışır bir imar hamlesi başlatıldı. Limanlar ve su tesisleri yeniden düzenlendi. Kent içi su dağıtım sistemlerinin temelleri atıldı. Savunma için yeni bir sur yaptırıldı. Septimus Severius’un başlattığı hipodrom inşaatı tamamlandı. 100 bin kişilik hipodromun genişliği 117, uzunluğu ise 480 metreydi. Hipodrom duvarlarinın üzeri çok sayıda heykelle süslüydü. En önemlisi de at heykelleriydi. Kentin Latinler tarafından istila edilmesiyle bu at heykelleri Venedik’e, San Marco Meydanı’na taşındı. Hipodrom’daki (Sultanahmet Meydanı) imparatorluk sarayı (Sultanahmet Camisi’nin bulunduğu alan) ve anıtsal ibadethaneler, akropolis (Topkapi Sarayı’nın bulunduğu yer) yapıldı. Önceleri Nea (Yeni) Roma adı ile anılan kenti, I. Constantinus kendi adıyla özdeşleştirdi. 11 Mayıs 330 tarihinde kentin adı Constantinopolis olarak ilan edildi. Önce Aya Irini, ardından 360 yılında da Ayasofya kiliselerini yaptıraran I. Constantinus, kenti Hiristiyan dünyası için önemli bir merkez haline getirdi. Bizans İmparatorluğu Dönemi (395 – 1453) 476’da Batı Roma’nın yıkılmasından sonra Doğu Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu’na dönüşmüş ve İstanbul da, bu yeni imparatorluğun başkenti haline gelmiştir. 6. yüzyılın ortaları, Bizans İmparatorluğu ve İstanbul için yeni bir yükseliş döneminin baslangicidir. İmparator I. Jüstinyen yönetimindeki bu dönemde daha önce tahrip edilmiş olan Ayasofya bugünkü haliyle yeniden inşa edilmiş, 543’lerde kentte görülen ve nüfusun yarısının ölümüne sebep olan veba salgınının izleri silinmiştir.
7, 8 ve 9. Yüzyıllar İstanbul için kuşatılma yılları oldu. Yedinci yüzyılda Sasaniler ve Avarlar’in saldırısına uğrayan kenti, sekizinci yüzyılda Bulgarlar ve Müslüman Araplar dokuzuncu yüzyılda ise Ruslar ve Bulgarlar kuşattılar. 1204’de kent Haçlılar tarafından ele geçirildi ve yağmalandı. Bu işgal ve yağma sonrasında Orta Çağın en büyük kenti 40-50.000 nüfuslu, yoksul ve harabe bir kente dönüştü. Bu dönemden sonra İstanbul sürekli küçülmeye ve fakirleşmeye başladı. Şehrin soylu ve zenginleri İznik’e göç etti. Latin İmparatorluğu sadece İstanbul ve yöresinde egemenlik kurabildi. İznik (Nikia), Trabzon ve Yunanistan’daki Epiros’ta bir Bizans muhalefeti gelişti. 1254 yılına gelindiğinde Latin İmparatorluğu çepeçevre kuşatılmıştı. Bu esnada İstanbul çok fakirleşmiş hatta Latin İmparatoru II. Baudouin ısınmak için sarayının ahşap bölümlerini yakacak olarak kullanmaya başlamıştı. Nihayet 1261 yılında Palailogos Hanedani İstanbul’u tekrar ele geçirdi ve böylece İstanbul’daki Latin dönemi sona erdi.
Eski İstanbul (Aksaray) Osmanlı İmparatorluğu Dönemi (1453-1923) Kent, 1391 yılından başlayarak Osmanlılar tarafından kuşatılmaya başlandı. 1396’da I. Bayazıd (1389-1403), Karadeniz’den gelecek yardımları önlemek için kentin Anadolu yakasına bir hisar yaptırdı. Kenti almaya kararlı olan II. Mehmed de (1451-1481), Bizans’a Kuzey’den gelecek yardımları her iki taraftan Boğaz’ı tutarak önlemek için bu defa kentin Avrupa yakasına Rumeli Hisarı’nı inşa ettirdi. İstanbul’un fetih hazırlıkları bir yıl önceden başlatıldı. Kuşatma için gerekli olan çok büyük toplar döktürüldü. 16 kadırgadan oluşan güçlü bir donanma oluşturuldu. Asker sayisi iki kat arttırıldı. Bizans’ın yardım almasını engellemek için yardım yolları kontrol altına alındı. Cenevizlilerin elinde bulunan Galata’nın da savaş esnasında tarafsız kalması sağlandı. 2 Nisan 1453 tarihinde ilk Osmanlı öncü kuvvetleri İstanbul önlerinde görüldü. Böylece kuşatma başladı. İki aya yakın süren bu kuşatma dönemi 29 Mayıs 1453 günü sabaha karşı başlayıp, öğleden sonra kentin ele geçirilmesiyle tamamlandı. Bu tarihten itibaren İstanbul bir Osmanlı kenti oldu.
Fetihten sonra şehrin kalkındırılması için yeni iskan bölgeleri oluşturuldu. Bizans’in son dönemlerinde görkemini yitirmiş olan kentte, öncelikle eskiden kalma binalar ve surlar onarılmaya başlandı. Bizans altyapıları üzerinde Osmanlı’nın temel kurumlarının binaları yükselmeye başladı. Büyük su sarnıçlarının da korunması sağlandı. Osmanlı kimliğine uygun bir gelişme gösteren İstanbul artık imparatorluğun başkenti idi. Nüfusu artırmaya yönelik bu iskan ve sürgünlerle oluşan mahalleler daha sonraki Istanbul idari yapısının temelini oluşturdu. 1459’da İstanbul her biri farklı demografik özellikler taşıyan dört idari birime ayrıldı. Bunlardan biri idarenin merkezinin olduğu Suriçi, diğer üçü ise surdışında yeralan ve “Bilad-i Selase” olarak adlandırılan Eyüp (Büyük ve Küçük Çekmece, Çatalca ve Silivri dahil), Galata ve Üsküdar’di. 1457 sonunda eski başkent Edirne’nin uğradığı büyük yangınla şehre yeni göçmenler geldi ve şehir oldukça şenlendi. İstanbul, fetihten elli yıl sonra Avrupa’nın en büyük şehri haline geldi. 16. yüzyıla büyük bir şehir olarak giren İstanbul, Küçük Kıyamet olarak anılan 14 Eylül 1509 depreminde çok zarar gördü. 8 Şiddetinde olduğu tahmin edilen ve artçı sarsıntıları 45 gün süren depremde binlerce bina yıkıldı, binlerce kişi öldü.
Eski İstanbul İstanbul, 1510’da Sultan II. Beyazıd tarafından 80.000 kişinin istihdamıyla neredeyse yeniden kuruldu. Bu yüzden günümüze gelebilen eserlerin büyük çoğunluğu bu devirden kalmıştır. 1520-1566 yılları arasında Kanuni Sultan Süleyman yönetiminde İstanbul birçok değerli esere ve izleri günümüze kadar ulasan bir kent planına kavuşarak, gelişmiştir. Bu dönemde özellikle Mimar Sinan imzalı birbirinden değerli çok sayıda eser inşa edilmiştir. Veba salgını, yangınlar ve sellere rağmen Kanuni dönemi İstanbul için tam bir yükseliş dönemi sayılmıştır. Lale Devri olarak da anılan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadrazamliğındaki 1718-1730 yılları, itfaiye teskilatının kurulması, ilk matbaanın açılması ve çesitli fabrikaların inşasıyla İstanbul’un değişmeye başladığı dönemdir. 3 Kasım 1839’da Topkapı Sarayı’nın Gülhane Bahçesi’nde okunarak halka ilan edilen Tanzimat Fermani ile İstanbul’da yeni bir dönem açıldı. Batılılaşma sürecinin hızlandığı bu dönemde İstanbul’da mimariden yaşama tarzına, eğitim kuruluşlarından sanayi kuruluşlarına kadar birçok alanda yenilikler yaşandı.
Bu dönemde şehir yeni alanlara doğru genişlemeye başladı.Suriçi Bakirköy yönünde, Galata ise Teşvikiye yönünde yayılırken; Boğaziçi’nde Sarıyer’e iskan hızlandı. Anadolu yakası ise bir taraftan Bostancı, diğer taraftan Beykoz’a doğru büyüdü. Bu yıllar, altyapı ve kent hizmetlerinde de önemli gelişmelere sahne oldu. Haliç üzerine köprü yapılması, tünel (metro), Rumeli Demiryolu, kent içi deniz tasımacılığı yapan Şirket-i Hayriye’nin açılması, Şehremaneti (Belediye) örgütünün diğer belediye dairelerinin kurulması, ilk telgraf hattinin çekilmesi, Zaptiye Nezareti’nin kurulması ve ona bağlı karakolların açılması, Vakıf Gureba Hastanesi’nin hizmete girmesi ve Atlı Tramvay Şirketi bu gelişmelerin sadece bazılarıdır. 23 Aralık 1876’da I. Meşrutiyet ve 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilanlarına sahne olan ve halk arasında “Üçyüzon Depremi” denen 1894 depreminde büyük zarar gören İstanbul’, II. Dünya Savaşı’nın ardından 13 Kasım 1918’de İtilaf Devletleri donanmasınca işgal edildi.
1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla İstanbul’un başkent dönemi sona erdi. Ama başkent olmasa da hiçbir şey eksilmedi İstanbul’dan Türkiye’nin göz bebeklerinden biri oldu hep. Hem onca yıl başkentlik yaptığı için tarih dolu. Geçmişin izlerini taşıyan tozlu raflarda duran bir tarih atlası gibi tabii farkında olana. Farkına varanlar zaten ilham alıyor bu şehirden. Uğruna yazılan onca kitaptan onca şiirden belli.
Şehir ve yazardan bahsedilip de İstanbul’dan bahsedilmeden asla geçilemez. İstanbul birçok yazar ve şair için vazgeçilmezdir. Yazılan romanların yüzde sekseni İstanbul’u mekan eylemiştir. İstanbul’la ilgili yazılan birçok kitap sayabiliriz. Üç İstanbul, Huzur, Sinekli Bakkal …Ama bu romanlardan İstanbul’u romanın başkişisi yapan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘’Huzur’’ isimli romanıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar Huzur romanında doğu- batı değerlerini temsil edecek şekilde şehri ikiye ayırıyor. İstanbul tarafında mahalleleri, geleneklerin göreneklerin değerlerin yaşadığı semtlerdi. Beyoğlu tarafı ise kentin batılılaşmış öteki yarısıydı. Oturulan mekan doğu ve batı değerlerini temsil etmek bakımından da önem taşımaktadır. Ahmet Hamdi Tanpınar Huzur romanından önce yazdığı Beş Şehir İsimli deneme kitabının İstanbul ile ilgili bölümünde anlattıklarını Huzur romanında genişleterek bir aşk hikayesi çevresinde anlatmıştır.
Evliya Çelebi’de seyahatnamesinin birinci cildinde İstanbul’u anlatır. İstanbul’un kuruluşundan Evliya Çelebi’nin yaşadığı zamana kadar olan dönemi tasvirlerle ve hikayelerle anlatmaktadır. Ayrıca İstanbul’ da yapılan 17 tılsıma ve tılsımlarla ilgili efsanelerede yer vermiştir.
Orhan Pamuk ise Kafamda Bir Tuhaflık romanında o eski İstanbul diyebileceğimiz son dönemleri anlatmıştır. Yeni yeni dikilen apartmanlar anlatılmıştır. Ancak ne yazık ki modern zamanların rüzgarı şehirleri birbirinden ayıran ve farklılık yaratan güzellikleri birer birer yok olmaktadır. Şehirlerin içinde yaşadığı varsayılan bu ruhlar artık kitaplarda yaşamaktadır. Bu ara bende İstanbul’u bu kitapta yazanlar gibi yaşamak istiyorum. Ama birçok yerde o eski hava kalmamış. Gökdelenler ya da batılılaşma adı altında yok olmalar şehrin ve semtlerinin o ruhlarını havalarını yok etmiş. Mesela yaşıtlarımın aksine ben Beyoğlu’nu sevmezdim. Ama metrodan çıkarken gördüğüm o 1950’lere 70’lere ait fotoğraflardan sonra o kalabalığa ya da insanlara aldırmadan gezmeliydim Beyoğlu’nu. Her semtinde ayrı lezzeti olan İstanbul’u bende başka bir tatla gezdiğimde zaten görüyordum o bambaşka sesleri havaları. Engel olamadı hiçbir gökdelen ya da birkaç batı özentisi İstanbul’un tadını çıkarmama…
Galata Kulesi ve kuleye çıkan yollar, yokuşlar… Ser verip sır vermez bir sessizlik içindedir.
İstiklal Caddesi’nin tramvayı hipnozun sarkacı gibidir. Arada çalan çanı kimi zaman uyarır ‘bir düş caddesindesin unutma. Caddenin yerlilerine, yerdekilerine uzat elini’ diye. Onlar ki bir varlar bir yoklar. Bilinçaltı imgeleri gibidirler. Caddeden beslenirler. Duyabilirsen seslerini yakalarsın özgürlüğün ritmini.
İstanbul şehir devleti gibidir. Her semtin insanları kendine özgü bir örgütlenmeyle yaşar. İlkçağ medeniyetlerinde Yunanistan, İtalya ve Eskiçağda Mayalarda görülen şehir devletleri medeniyetin ilerlemesinde büyük katkıda bulunmuşlardır.
İstanbul kültürel olarak ülkemizi besleyen bir şehirdir. Entelektüelleriyle, ressamları, şairleri, yazarları, travestileri, şarapçıları, romenleri, müzisyenleri, sinemacıları ve daha niceleriyle… Hepsi birbirinden beslenirler. Kimi zaman arızalara sahne olur gerçek kaoslar yaşanır. Bir gün döneceğim İstanbul, ver elini diyeceğim. Resistansları taşlayacak, göğü delen yapılarla savaşacağım. Ya da büyüsüne kapılıp her gün gördüğüm yerleri turist gözleri ve adımlarıyla gezeceğim.
Kısa okuma süresinde uzun bir tarihsel yolculuğa çıktım adeta… Çok teşekkür ederim, gerçekten. İstanbul ve tarihi hakkında başka ilginç bilgilere tarihiistanbul.com adlı siteden ulaşabilirsiniz Simge hanım. Bir de yabancı bir site var, Bizans dönemi resimleri var orada da: byzantium1200.com, tavsiye ederim.