Feminist Film*
İlk Yıllar
Sinema endüstrisinin 19. Yüzyıl sonunda başlayan tarihinin ilk günlerinden bu yana kadınlar devamlılık, makyaj ya da yapım asistanlığı gibi teknik olmayan alanlarda çalışması bir gelenekse de, genel olarak film-yapım sürecinin dışında tutuldular. Ancak son dönemde yapılan araştırmalar, kadının sinemadaki rolünün bir zamanlar düşünüldüğü kadar edilgin olmadığını, kimi kadınların doğrudan ya da dolaylı olarak yönetmenler, yapımcılar, kurgucular ve senaristler kadar etkin olduklarını öne sürer gibidir.
Kaydedilmiş ilk kadın sinemacılar yalnızca Fransa ve Birleşik Amerika’daydı. İlk tanınmış Hollywood sinema oyuncuları Mary Pickford ve Lilian Gish’tir ve her ikisi de film yönetmiştir, ama imajlarını zedelememek için bunun bilinmesini istememişlerdir.
1900’lerin başında geniş bir izleyici topluluğunun yeni aygıtın (sinema) cazibesine kapılması sonucu büyük kârlar sağlayan Amerikan sinema endüstrisi müthiş bir büyüme yaşadı. Yeni endüstri acımasız ve rekabetçiyse de, Avrupa’daki sinema endüstrilerinden daha kabullenici ve değişime açıktı ve kadınların aleyhine daha az ayrım yapılıyordu. 1930 öncesinde Birleşik Amerika’da en azından 26 kadın yönetmenin olduğu saptanmıştır, ama yönetmen, oyuncu ve senarist olan ve üstlendikleri işler filmlerin jeneriğine geçmeyen daha pek çok kadın vardı.
Kürtaj ve boşanma gibi toplumsal sorunlarla ilgili çok sayıda filmde senaristliği, yapımcılığı ve oyunculuğu da üstlenen ilk ve belki de en ünlü kadın sinemacı Lois Weber‘di. Weber, 75’in üzerinde film yönetmiştir.
İngiltere’de ise film yönettiği bilinen ilk kadın Dinah Shurey‘di, ki onun hakkında da Carry On (1927) ve Last Port (1929) adlı iki filmi yönetmesinden başka bir bilgi yoktur.
Büyük 1. Dünya Savaşı’na kadar hiçbir kadın ‘yönetmen’ sıfatına sahip olamadı, ancak bazı kadınlar film-yapım sürecinde önemli roller oynadı: Alfred Hitchcock ile evli olan Alma Reville, 39 Basamak (39 Steps, 1935) ve Bir Kadın Kayboldu (The Lady Vanishes, 1938) filmlerinde Hitchcock’a asistanlık yaptı. Şüphe (Suspicion, 1941) ve Bir Şüphenin Gölgesi (Shadow of a Doubt, 1943) filmlerinin ise senaryolarının yazımına yardım etti. Mary Field, 1928’den itibaren belgesel sinema alanında çalıştı ve 1944’den 1950’ye kadar J. Arthur Rank’ın çocuklara yönelik eğlendirici yapımlarının sorumlusu oldu. Joy Batchelor 1935’den itibaren animasyon (canlandırma) alanında çalıştı ve ilk uzun metraj İngiliz animasyon filmi olan Hayvan Çiftliği’nin (Animal Farm, 1954) ortak yönetmenliğini üstlendi. Batchelor 1970’lere kadar animasyon yapmaya devam etti.
Alternatif, bağımsız ve avant-garde sinemanın etkisi
Avant-garde sinema egemen sinemanın geleneklerini ve normal kurallarını kırdığından yeni bir feminist dil üretmek için ideal bir araçtı; bu sinemanın politik/anarşist temeli hem kurmaca hem de belgesel biçim içinde, gerçekçiliğin geleneksel kullanımına alternatif bir biçim kazandırdı.
İngiliz sinemasının bir ölçüde sosyalizmden etkilenen bir belgesel geleneği vardır ve feminist sinema, başlangıçta belgeseli kadınların yaşamı hakkındaki ‘gerçeği’ sunmanın bir yolu olarak gördü. Birleşik Amerika’da avant-garde sinemacılar, aralarında Andy Warhol‘un Lonesome Cowboy‘u (1968) ve Kenneth Anger‘ın Scorpio Rising‘i (1965) gibi cinsiyet rollerine dair geleneksel tektiplere meydan okuyan çok ünlü ‘gay’ filmlerinin de bulunduğu birçok yenilikçi ve tartışma yaratan filmler yaptılar. Avrupa’da da en ünlü temsilcilerinin Jean-Luc Godard ve François Truffaut‘nun olduğu birkaç yönetmen tarafından, avant-garde sinema hareketi başlatıldı.
İlk dönem feminist sinema kuramı
Gerek kadınların sinema hareketi, gerekse feminist bir sinema kuramı ve pratiği için anahtar yıl 1972’ydi. Ağustos ayında ilk kez kadınlar Edinburg Film Festivali’yle çakışan bir biçimde olay çıkardılar ve başarılı oldular. 1973’ün başında Claire Johnston, National Film Teatre’da kadın filmlerinin gösterimini örgütledi. Feminist film yapımının ardındaki amacın ve politik mücadelenin ideolojik özelliği, feminist bir sinema kuramının gelişimini sağladı. İlk dönemde feminist sinema kuramı özellikle cinsellik ve sunumu ile bunun erkek-egemen bir toplumda erkek iktidarının egemenliğiyle ilişkilerini, ana ilgi odağı olarak benimsedi. Çoğunlukla akademi kökenli olan kadınlar bu eğilimi destekledi, ancak asıl ön planda olanlar belki de feminist sinema kuramının öncüleri Laura Mulvey ile Claire Johnston’dı. Her ikisi de film ve medya araştırmaları üzerinde büyük etkide bulunmuş ve bu bölüm içinde tartışılacak olan makaleler yazmışlardır.
Egemen sinema endüstrisindeki kadınlar
Sinema endüstrisindeki önemli konumlarda çalışan kadınların sayısı hala çok azsa da, 1980’lerin sonunda giderek artan sayıda kadın, bir sinema okulunda eğitim aldıktan ya da çok sayıdaki film workshop’larında deneyim kazandıktan sonra bu alanlara girmeye başlamıştı.
1990’larda daha fazla sayıda kadın, önceleri erkeklerin-egemen olduğu yönetmenlik, kamera, ses ve ışık gibi alanlarda çalışmaya başlamıştı.
Yönetmenlik alanında kadın sinemacılar günümüzde çoğunlukla bağımsız ve workshop sektöründen gelerek egemen sinemayı yıkmaya başlıyorlar. Sally Potter avant-garde The Gold Diggers’dan, Virginia Woolf’un bir romanından uyarlama olan Orlando‘ya yöneldi.
Sinema endüstrisinde çalışan kadınlara yönelik tavrın değişmesinin, sinemada kadınların daha olumlu sunumlarına yol açıp açmayacağı sorgulamaya açık bir konudur. Feminizm filmlere bakış açısını değiştirdi ve artık medyada cinsiyetin nasıl sunulduğunun büyük ölçüde farkına varıldı, ama birçok filmde, özellikle de tür filmlerinde hala kadın erotik nesne, ya da edilgin ve kapasitesiz kişi olarak gösterilmektedir (Clint Eastwood‘un Affedilmeyenler – Unforgiven, 1992, buna tipik örnektir). Thelma ve Louise (1992, yönetmeni Ridley Scott, ama senaryosunu bir kadın Callie Khouri yazdı), oldukça sinik bir çözümleme bu filmde kadınların tamamen geleneksel olarak tanımlandığını ve ‘bakış’ın nesneleri olarak sunduğunu ortaya çıkardıysa da, feminizme göz kırpan bir filmdir. Egemen sinemada daha fazla kadın çalıştıkça, hem görsel hem de tematik olarak kadınların sunumunda da farklılaşmaların olacağı büyük bir olasılıktır. Örneğin Sally Potter‘ın Orlando (1993) ve Jane Campion‘ın Piano‘su (1993) gibi filmler oldukça başarılı olan, ama konusunu egemen sinema tarzında işlediği düşünülen filmlerdir. Bu filmler aynı zamanda Hollywood normuna alternatif bir dünya görüşü sunan, zarif görüntülere sahip ve kesinlikle duyarlı filmlerdir.
[*] Bu yazı, editörlüğünü Jill Nelmes’in yaptığı An Introduction to Film Studies (London: Routledge, 1996) adlı kitaptan yararlanarak yazılmıştır.