Bin bir güçlükle açtım gözlerimi. Tam karşımda duran pencereden giren ışıkla birlikte tekrar kapanması bir oldu. Ne doğru düzgün nefes alabiliyor ne de ağzımı açıp birkaç kelime konuşabiliyordum. Öylece sımsıkı yumduğum gözlerimle karanlığı izliyor, gırtlağımda yutkunamadığım tükürüklerimi biriktiriyordum. Kapı açılana kadar duyduğum tek şey yağmur damlalarının camla olan senfonisiydi. Kapı açılır açılmaz kesik kesik ağlama sesine benzer bir sesle irkildi kulağım. Daha sonralardan yankılandı koridorda bir sedyenin ağır tekerlek sesleri. Ağırdı zira sanıyorum acelesi yoktu. Acelesi olmayan seslere uyanır burada hastalar. Onlar şanslı olanlardır. Bir de üstünde yakasız gömlekle uyananlar var ki onların hali hepimizden beter. Hemen yanımdaki yatakta ufak tefek bir hanım vardı geçenlerde. Geleni gideni çok olurdu. Ben yalnızca onun uzun kemikli parmaklarıyla gelenlerin ellerini tuttuğunu görebildim. Bazen de en içten öksürükleriyle tüm hastaneyi ayağa kaldırırdı. Sonra sabaha kadar ben ve tepemdeki yarısı patlak floresan bakışır dururduk. Yine de özlüyorum onu. Nice anımız oldu birlikte. Hele şu karşı odadaki huysuz herifin boğazına ekmek takıldığı günkü hemşirelerin telaşı, beni hala güldürür. Sahi ne diye huysuzlanırdı ihtiyar bilmem. Benim hastalığım yanında onunki hiç sayılırdı. Endişelenmiyor değilim. Giderek artıyor sızılarım. Kafamdaki her tel saç tek tek çekiliyormuş gibi günlerdir. Ne tadım kaldı ne de tuzum. Hemşirelerin tek yaptığı o çirkin suratlarına yalandan birer gülümseme yerleştirmek. Gözlerimi zorla açtıran da onlardan biri oldu. Yine aynı gülümsemelerden biriyle:
- Günaydın, dedi.
Minyon vücuduna oranla aşırı büyük olan avucuyla sabah haplarımı uzatıyordu. Hapları alıp diğer eliyle uzattığı suyu geri çevirdim. Yüzümde bütün insanlık tarihinin minnetsizliği okunabiliyordu. Ya da ben öyle sanıyorum. O sadece şekilsiz bir yüz ve birbirine karışmış kirli saç ve sakallar gördü. Yine de tüm karşı duruşumla arkamı dönüp terden yer yer sararmış battaniyeyi üstüme çektim. Yüksek topuklu ayakkabılarını beynime vura vura çıktı hemşire. Hemen ardından kapıda titrek elleriyle hasta bakıcımız göründü. Elinde demir tepsi ve üzerinde daha gözlerim kapalıyken ne olduğunu anlayabildiğim tatsız tuzsuz çorbalar. Hasta bakıcının odaya girmesiyle odadakilerin yataklarında doğrulması bir oldu. Daha fazla dayanamayıp ben de doğruldum yatağımda ama ne hasta bakıcı ne de tatsız çorbaları için. Odaya giren başka bir hemşire daha “nereye?” diye soramadan attım kendimi koridora. Biraz hızlı bir çıkış yapmış olacağım ki midem bu kadar hızı kaldıramadı ve olduğum yere bütün mal varlığımı bırakıverdim. Ağır basan mahcubiyet duygum ve ben bir an önce uzaklaşmak için yola koyulduk. Daracık koridorun duvarlarına dayana dayana kendimi merdivenlerin başına ancak atabildim. Daha nerede bile olduğumu tam anlamadan büyük bir gürültüyle koca bir sedye yuvarlandı hemen yanımdan aşağıya. Gürültünün şokunu atlatamadan bütün hastane ışıkları sönüverdi. Üstüme iki eliyle çökmüş gibiydi şimdi ölüm denen aziz çınar. Başımdan ayaklarıma kadar bütün hatalarım, pişmanlıklarım birer birer kaynar su olup döküldü yavaşça. Bitmesine az kala hain senaryonun, dayanamayıp dizlerimin üstüne bıraktım kendimi. Bütün güçsüzlüğüme rağmen ellerim sımsıkı kapalı ve sırtım hala dimdikti. Böyle savaştığımı düşündüm ölümle. Bu koridor bir savaş meydanıydı ve ben diğer erlerle aynı kaderi paylaşma niyetinde değildim. En son hatırladığım tam sırtımdan saplanan keskin bir hançerin soğukluğuydu. Tahmin edilmeyen bu hain hamleyle dimdik duran sırtım, hastanenin ıslak taş zeminiyle buluştu. Uyandığımda o rahatsız edici ışık yine tam gözlerimin önünde benimle alay eder gibi dans ediyordu. Bu sefer hastanenin koridorlarında tekerlek sesleri yerine zafer sarhoşluğu yaşayan düşmanımın kahkahaları yankılanıyordu. Daha gırtlağımı temizlememe bile izin vermeden elindeki iki hapı birden ağzıma tıkıverdi hemşire. Bir yandan da gözleri bir şeyler karalayan pos bıyıklı doktoru inceliyordu. Bir esir kampından farkı yoktu zaten dört tarafı çevrili şu eski yatağın. Verilecek hükmü bekliyordum içimde en asil duygularla. Tam o sırada başladı taze bir kar yağışı. Taptaze birikivermişti hemen pencerenin önüne. En fazla görebildiğim uzaktan, birkaç çam ağacının beyazla örtülmüş tepesiydi. Bütün sakinliğimle mevsimin melodilerine dalmışken, gür bıyıklarının ardından ince dudaklarını hareket ettirdi doktor.
- Tansiyonmuş, dedi.
Boş gözlerim daha da konuşmasını bekliyormuşum gibi bakakaldı doktora. O da mesajı anlamış olacak ki konuşmasını sürdürdü.
-Seninle çok bir işimiz kalmadı artık. Geldiğindeki halinden daha iyisin. Neredeyse bir haftan doluyor. Burada kalmak için bir sebep de yok hem, diyerek o da gülümseyerek gözlerini hemşireye çevirdi.
Bir süre bakışıp ikisi birlikte bana döndü ve hemşirenin çevik el hareketleri beni dik durduğum yatakta bir anda yatırıverdi. Anlaşılmazlığın ve iğrenmenin verdiği korkuyla tir tir titremeye başladığımda doktor gülümsemesini sürdürdü.
-Altı üstü gripsin, bir sedyeye bile ihtiyacın yok eve gitmek için, diye ekledi üstüne.
Ne aldığım ağır yenilgi, ne de maruz kaldığım onca mide bulandırıcı muamele, doktorun son cümlesi kadar incitmemişti tüm benliğimi. Artık ne için var olduğumu bile bilmiyordum. Odadaki herkes çıkar çıkmaz bir telaşla attım kendimi yağan karın altına. Onca merdiveni nasıl indiğimi bile hatırlamıyorum. Savaş alanları korkunç olur, zafer kazanmadıkça. Bu taze karla haşır neşir olmak yenilgi unutturur insanın en hastasına.
Tebrik ediyorum. Iç görünüz ve kaleminiz adına. Yazınızı cok begendim