Hatırlar mısın?
Gençtik, merttik, cömerttik.
Birbirine silah çeken kuşağın, birbirini seven çocuklarıydık.
Nasıl severdik birbirimizi, nasıl özlerdik!
Ne çok ortak yanımız vardı, ne renkli farklılıklarımız!
Hürmet eder, hürmet görürdük.
Hayallerimiz, hedeflerimiz, umutlarımız, sevdalarımız vardı.
Taşrada bir okulun, devlet parasız yatılı öğrencileriydik.
O günlerde tek kanal vardı.
“Reha Muhtar, Atina’dan bildiriyor.” du.
Maçlar, öğle saatlerinde oynanıyor, radyodan canlı dinleniyordu.
Merkezden araya giren ses, “Ankara’dan bir gol haberi var. Mikrofonlarımız
19 Mayıs Stadı’nda.” diyordu.
Ardından, tribünlerin uğultusuyla birlikte spikerin heyecanlı anlatımı duyuluyordu.
Canlı yayınların bir başka repliği, “Dakika ve skor almak için İzmir’e bağlanıyoruz. Mikrofonlarımız Alsancak Stadı’nda.” cümlesiydi.
“Bizi izlemeye devam edin!” nakaratı ile sık sık bölünen, reklam arasında maç izlediğimiz, özel televizyon yayınları çok sonraları girdi hayatımıza.
Ergendik.
Bıyıklarımız on bir on bir maç yapardı.
Sen, Permatik’le tıraş olurdun.
Ben, “Fiyat yüzde elli! Sapına kadar Derby!” derdim.
Ardından sen, “Hadi hayırlı tıraşlar!” derdin.
Sigarayı yurdun yangın merdiveninde ya da çatı katında, gizlice içerdik.
Sen, Maltepe’yi filtresine toplu iğne batırarak içerdin.
Ben, filtresini koparıp Birinci içer gibi içerdim.
Tütünler dilime yapışırdı.
Sen, çakmakla yakardın.
Ben, gaz kokusunu sevmediğim için kibritle yakardım.
Orhan Veli’nin o meşhur fotoğrafına özendiğimi de biliyorsun zaten.
Sonra sen, karanfil alırdın, ağzımız kokmasın diye.
Ben, naneli şeker alırdım.
Üzerimize fısfısla, limonlu kolonya sıkmayı da ihmal etmezdik.
Dürüst ve duru bir aşkla sevdik, sevdiklerimizi.
İkimizde âşıktık.
Sen, Ziraat Bankası’nın müdürü Ali Bey’in, 11-B’deki kızı, Hamiyet’i seviyordun.
Ben, Matematik Öğretmenimiz Orhan Bey ile Kimya Öğretmenimiz Mukadder Hanımın kızları, Mürüvvet’i seviyordum.
Hani “Benim ismim Mürvet değil, Mürüvvet!” diyen, bizim sınıfın en hanımefendi, en uzun boylu, en güzel kızı!
İkimizde arabeskçiydik.
Sen, Ferdi Tayfur’u severdin.
Ben, Orhan Gencebay’ı severdim.
Sen, “Allah’ım sen bilirsin!” derdin.
Ben, “Batsın bu dünya!” derdim.
Sen, çayı şekersiz ve çay bardağıyla içerdin.
Ben, tek şekerle ve su bardağıyla içerdim.
Cumartesi günleri kendimize ziyafet çekmek için Abidin Usta’ya giderdik.
Standart yemeğimiz az pilavdı.
Sen, yanında az kuru isterdin.
Ben, az nohut isterdim.
Eğer paramız yetiyorsa bir kâse de cacık alır, beraber kaşıklardık.
Ekmeği ve suyu paylaşırdık, sevinci ve hüznü paylaştığımız gibi.
Bereketliydi bizim çocukluğumuz, gençliğimiz.
Dünya kupalarında sen, Arjantin’i tutardın.
Ben, Brezilya’yı tutardım.
Sen, Galatasaraylıydın.
Ben, Fenerbahçeliydim.
İkimizde saçlarımızı Rıdvan’ınki gibi uzatıp, top oynarken rüzgâra bırakmak isterdik.
Fakat saçlarımız istikrarlı bir şekilde hep üç numarayla kesilirdi.
Hatırlar mısın?
88-89 sezonuydu.
Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası.
Galatasaray’ın Nöşetel’i 5-0 yendiği maç.
İkimiz de okulu asmıştık.
Damla Pastanesi’nde heyecanla maçı izliyor ve atılan her golden sonra gözyaşlarıyla birbirimize sarılıyorduk.
Yine aynı sezon…
Galatasaray’ın Almanya’da, Monaco’yu elediği maç…
Prekazi’nin otuz beş metreden attığı o unutulmaz gol…
Maçtan sonra Simoviç’in, Türk bayrağı ile sahada tur atması…
“Avrupa! Avrupa! Duy sesimizi! İşte bu, Türklerin ayak sesleri!” tezahüratları…
Duygulanmış, ağlayarak birbirimize sarılmıştık.
Yoktu o günlerde aramızda, sen ben kavgası.
Hey gidi günler…
Hep beraber seviniyorduk başarılara.
Naim Süleymanoğlu’yla beraber, biz de sırtımızdaki kaç asırlık yükü kaldırıyorduk.
Yine hep beraber üzülüyor, ağlıyorduk.
Hatırlar mısın?
Samsunspor’un geçirdiği trafik kazası…
Yitirilen canlar ve sakat kalanlar…
Çok sarsılmıştık.
Spor Stüdyosu’nu buruk izler olmuştuk.
Mete aramızda yoktu, milli takımın kalecisi Fatih değildi artık.
Sen, solcu babanın sağcı çocuğuydun, Demirelciydin.
Ben, Türkeşçi babanın Ecevitçi oğluydum.
Sen, “Baba!” derdin.
Ben, “Karaoğlan!” derdim.
İkisi de siyasi yasaklıydı, “netekim”.
Hiçbir lidere küfretmedik biz.
İstiklâl Marşı, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi, ezan ve okumasını bilmesek de Kur’an, kutsallarımızdı.
Mümkün oldukça cuma namazını kaçırmazdık.
Sen, sünnetlerini de kılardın.
Ben, farzını kılıp hemen çıkar, seni avluda beklerdim.
Sen, romanı severdin.
Ben, hikâyeyi severdim.
Sen, güzel şiirler yazardın.
Ben, senin şiirlerini güzel okurdum.
Her yaz tatilinde birbirimize mektup yazardık.
Genelde önce sen yazardın, sonra ben cevap yazardım.
O zaman cep telefonu, WhatsApp yoktu.
Ama daha çok görüşürdük birbirimizle.
Daha çok özlerdik birbirimizi ve daha candandık.
Sen, “gözünün yağını yediğim” derdin bana.
Ben, “kurban olduğum” derdim sana.
Biliyorsun, sevdiğimi alamadım.
Aldığımı çok seviyorum, mutluyum.
Bir kızım, bir oğlum var.
İşim, evim, arabam var.
Kızım bu yıl üniversiteyi bitiriyor, Diş Hekimi olacak.
Adı Mürüvvet!
Uzun boylu, hanımefendi ve çok güzel.
Oğlum lise sonda, üniversite sınavlarına hazırlanıyor.
Roman okumayı çok seviyor.
Şu sıralar Sefiller’ in ikinci cildinde, Cosette için üzülüyor ve Jean Valjean’ı merak ediyor.
Sigara kullanmıyor, okulun basketbol takımında oynuyor.
Haftada bir akşam, ailece dışarda yemeğe gidiyoruz.
Çayı şekersiz, içine bir damla limon sıkarak, porselen fincanda içiyorum.
Sigarayı ve Orhan Gencebay’ı bıraktım.
Sezen Aksu’yu dinliyorum.
En sevdiğim parçalarından biri: “Adı Ben de Saklı!”
Şiir okurken hâlâ Ahmet Selçuk İlkan’ı taklit ediyorum.
Saraçoğlu’nda kombinem var, Fener’in maçlarını kaçırmıyorum.
Bu dünya kupasında gönlüm Hırvatistan’dan yana olsa da favorim Fransa’ydı.
Bir icra davasını takip için yolum taşraya düştü.
Abidin Usta’ya uğradım.
“İki az pilav, az kuru, az nohut ve ortaya cacık.” dedim.
İki kişilik servis istedim.
Tek başımaydım, karşımda senin hayalin vardı.
Yüreğim yandı, gözlerim doldu, hüzünlendim.
Kurunun, nohudun tadı kalmamış, dostluklarımız gibi.
Yemekten sonra, su bardağında, tek şekerli çay ve bir tel sigara rica ettim garsondan.
Maltepe’ydi sigarası.
Filtresini koparıp, kibritle yaktım sigarayı.
Tütünler dilime yapıştı.
Çayımı içip hesabı ödedikten sonra, masanın üzerindeki karanfillerden attım ağzıma.
Kapıdan çıkarken ikram edilen limonlu kolonyayı yüzüme ve saçlarıma sürdüm.
Damla Pastanesi kapanmış, Yalçın Abi vefat etmiş.
Onunla beraber asalet, vefa, muhabbet ve hürmet de ölmüş.
Haberimiz olmadı Yalçın Abi’den, arayıp sormadık onu, birbirimizi arayıp sormadığımız gibi.
Okulu görmeye cesaret edemedim.
Kim bilir!
Bu yazıyı okursun.
Hatırlarsın “gılli guşsuz” ve bereketli günlerimizi.
Bulmak istersen beni ve ulaşmak istersen bana…
Taşrada bir yatılı okulun, duvarları asker dolaplarıyla kaplı, yirmi dört kişilik yatakhanesinde, kışları buz tutan camın kıyısında, demir ranzadayım.
Facebook’a değil, yüreğinin derinliklerine bak.
Hatıralarının “gıyık aşık” kalmış kapısından içeri gir.
Göreceksin!
Bizim devrenin hepsi orada, kurban olduğum!