Bu diyarda, doğum günlerinde herkes susar, önceki yıllarının hatıralarına bu şekilde saygıda bulunur ve karşılarına dikilen yeni yıllarını sükûnetle karşılarlardı. Doğum gününün, kişinin yalnız kendisine ait olduğuna inanılır ve doğum günleri, benliğin bütünlüğünün simgesi addedilirdi. Buna ithafen, doğum gününde kişiler izole olur ve o günlerde onlarla iletişime geçmek büyük bir ayıp sayılırdı.

Kendine has gelenekleriyle, yalnızlığı seven insanların yaşadığı bu yöreye özellikle kimse gelmez, ancak yolu oradan geçen yolcular dinlenmek için bir süre oyalanırlardı. Genellikle bu yolcular, yörenin yakınlarındaki yonca tarlasına, dört yapraklı yonca aramaya gelenlerdi. Ve çoğu, her bahar şanslarının peşinden koşan ve kendilerini çok düşünen kişiler olduğu için, yöre sakinleriyle pek konuşmazlar, bir gece dinlenip giderlerdi. Şüphesiz; yalnızlığı seven diyarlılar, bu durumdan hoşnuttu.

Bir gün, diyarın alışık olduğu somurtkan ve ilgisiz yolculara hiç benzemeyen, neşeli ve habire sorular soran biri konakladı yörede. Üstelik yolcu da değildi. Gezgin olduğunu ve yöre halkının yaşamını merak ettiğini söylüyordu. Diyarlılar durumu garipsediler ama bir taraftan da meraklanmışlardı. Gezgin; onlara ne kadar soru sorarsa, onlar da aynı şekilde karşılık veriyordu. Böylece yöre halkı, hiç bilmedikleri diyarlar, kuşlar ve bitkiler hakkında bilgi sahibi olmaya başladılar. Dünyada, bu kadar çeşitliliğin olduğunu öğrenmek onları heyecanlandırsa da, hiç birinin yalnızlıktan ödün vermeye niyeti yoktu.

Gezgin; diyardaki son gününde, çayırlarda koşuşturan çocukların biraz ilerisinde onları izleyen, ağlamaklı bir çocuk gördü. Çocuğun, diğer çocuklardan farklı olan kızıl saçları yüzünden onu dışladıklarını sandı. İçgüdüsel olarak çocuğa yaklaştı ve neden bir köşede yalnız oturduğunu sordu. Diyarda kaldığı zaman içinde burası hakkında pek çok şey öğrenmiş olsa da gelenekleri pek bilmeyen gezgin, çocuğun cevabına anlam veremedi. Kızıl saçlı çocuk, bugünün onun doğum günü olduğunu söylemişti.

Gezgin; eşyalarını toplayıp diyardan gidecekken, eşyalarının arasındaki bez bebeği alıp uzun uzun baktı. Bebeğin kızıl saçları ona biraz önce karşılaştığı çocuğu hatırlatmıştı. Bebek, sarı bedeni ve kocaman mavi burnuyla kızıl saçlarına tezat oluşturuyor ve çok komik görünüyordu. Bir köşede üzgün oturan çocuğu bu şekilde güldürebileceğini düşünerek; ayrılmadan önce çocuğu aradı ve ilk gördüğü yerde buldu. Bebeği ona vererek, kendi halkının geleneklerine göre ” Doğum günün kutlu olsun.” dedi ve çocuğun kızıl saçlarını okşayıp diyarı terk etti.

Gezgin, bir daha bu diyara gelmediği için, kızıl saçlı çocuğun hikayesini asla öğrenemedi. O gittikten sonra, şaşkın şaşkın gülümseyerek elindeki komik bebeğe bakan çocuğun, gezginle konuşmasını ve ona hediye verdiğini gören diyarlılar vardı. Bunlar, izole olan doğum günü kişisinin, bu durumda bu kişi kızıl saçlı çocuktu, ayıp işlediğine kanaat getirdiler. Çocuk olduğu için konuşması affedilebilirdi. Ancak hediyeyi kabul ettiği için uğursuzluk çağıracağına ve bir daha dört yapraklı yoncaların yeşermeyeceğine inanıyorlardı. Uğursuzluğu önlemenin tek yolu, hediyeyi parçalamak ve yakmaktı. Bunu da doğum günü kişisinin yapması gerekiyordu.

Diyarlılar; yöre meydanında toplanmış, elindeki bebeği sımsıkı tutan kızıl saçlı çocuğu izliyorlardı. Çocuk, yapması gereken eylemin amacını anlamıyor, isteksizlik ve şüpheyle tereddüt ediyordu. Etrafındakiler, onu yüreklendirmek için türlü şeyler söylese de, hiçbirini dinlemiyordu. Sonunda, yaşlılardan biri gelip, çocuğun omzunu kavrayarak, “Hadi”, dedi. Bizi uğursuzluktan ancak sen kurtarabilirsin ve bunun zamanı şimdi. ” dedi. Bunun üzerine çocuk, önce bebeğin kızıl saçlarını kopardı, sonra kollarını ve bacaklarını. Kopardığı her bir parçayı yavaşça önündeki ateşe attı.

Çocuk, elindeki bebeğe baktı. Kocaman mavi burnu ve sarı gövdesinden başka bir şeyi kalmamıştı. Elinde kalan bu parçalanmış surete sımsıkı sarılıp ağlamaya başladı. Öyle çok ağladı ki; sonunda ateş söndü, gece karardı ve herkes sustu. Gecenin karanlığında gün gibi parlıyordu kızıl saçlı çocuğun kucağındaki bebek. Sonra çocuk gülmeye başladı. Herkes ve her şey de onunla birlikte gülüyordu.

Onlar güldükçe, alevin söndüğü yerde bir karaltı büyüyordu. Karaltı büyüyüp, çocuğun yarı boyunda bir tavşan siluetine büründü. Kulakları ve kuyruğu kahkahaların ritmiyle dans ediyordu. Tavşan, dans ettikçe alevin çizgileriyle enine ve boyuna kesildi silueti ve görünür oldu ahalinin gözlerine.

Yöre halkı; tavşanı gördüğünde, uğursuzluktan kurtulduklarını anladılar ve neşe içinde kızıl saçlı çocuğu kucaklayıp havaya kaldırdılar. Diyarlıların tüm neşesi, suratı olmayan bebeğin yüzüne gizlice işlenmişti. Bu hengamede unutulan tavşan, bebeği sırtına alıp gecenin karanlığında kayboldu. Uzaktan, sırtındaki yükün parlaklığını görenler, yıldız kayması gördüklerini sanıp dilek tuttular ve tüm diledikleri gerçek oldu.

Kutlamaları bitip heyecanları geçince, diyarlılar bebeği hatırlayıp yöre meydanına döndüler. Bu sırada gün doğmuştu. Gece yaktıkları ateşin kalıntıları oradaydı ama bebekten iz yoktu. Ne kadar aradılarsa da bebeği bulamadılar. Bunun üzerine, elinde birkaç parça sarı ve mavi kumaş, biraz da kırmızı ip  bulunanlar toplanıp, kızıl saçlı çocuğa yepyeni ve sapasağlam, eskisinden de güzel bir bebek yaptılar. O günden sonra, diyarda doğan kızıl saçlı çocukların şans getirdiğine inanıldı. Ve hiçbiri alevlerden doğan tavşanı anımsamadı.

1 YORUM