Taxi Driver (1976), Raging Bull (1980), American Gigolo (1980) ve Cat People (1982) gibi çok farklı ve çeşitli bir senaryo geçmişine sahip olan yönetmen Paul Schrader‘ın yazıp yönettiği, 2017 yapımı olan First Reformed‘da, şu zamana kadar pek denemediği bir şeyleri başarmaya çalışmasını ve kimilerine göre “korkunç sayılan berbat başarısızlığını” izlemek oldukça ilginçti diyebilirim.
New York dışında, küçük bir kasabada geçen hikayenin başkarakteri Peder Toller‘ın yaşadığı bir trajediye ve var oluşunu sorgulama hikayesine tanık oluyoruz.
Filme, bir kilisenin etkileyici ve resimsel görüntüsü ile başlarken, Peder Toller‘ın kısa bir süreliğine tuttuğu günlüğüne yazdıklarını dinleyiciye aktarmasıyla birlikte, onun basit ve düzenli hayatına konuk oluyoruz. Ernst Toller, Geçmişinde yaşadığı bir trajedi sonrasında, taşıdığı yükü hafifletme çabası ve Peder olmasının getirdiği gerekliliklerle sürdürmeye çalıştığı hayatı açıklaması, kendisini biraz olsun huzura götürme çabası içindedir. Bu sıralarda kendisinden danışmanlık adına yardım isteyen evli ve hamile Mary, kocasının geçirmekte olduğu depresyona birazda olsa deva olmasını beklemektedir. Mary‘nin kocası Michael ile gerçekleştirdiği bir konuşma, Peder Toller‘ın fikirleri ve inancı arasındaki çatışmayı artırır ve artık kendisi, karmaşık bir zihin ve parçalanmış bir ruh arasında ister istemez gidip gelmektedir.
Yönetmen Schrader‘in vurgulamayı seçtiği her şeyi film boyunca net olarak hissediyorsunuz, tabi, “bu film bayağı sıkıcı ve saçmaymış. neden açtım ki!” gibi bir soruyla filmin ortasında kapatmazsanız…
Atmosfer, lens ve kamera kullanımı, mekanlar, seçilen renkler filmin tüm konseptine ve hedefine güzel hizmet ediyor. Lakin, sonu ile ilgili bir hüsran yaşama söz konusu olabilir kimileri için. Bir ihtimal ve düşünce dahilinde, bazı endişeler ve tembihlerle çekildiği düşünülen son, bir çok izleyiciyi ve eleştirmeni kızdırmış durumda. Bana kalırsa yönetmen, ana fikri istediği gibi ortaya koymuş durumda. Gerek hikayenin bölümleri gerekse sonu olsun, izlediğinizde Peder Toller‘ın hissettiklerini açıkça ortaya koyuyor. [Biraz olsun Diary of a Country Priest (1951)‘i hatırlatmıyor da değil hani. Farklı çalışmalara, çeşitli metaforlar ile ilginç göndermeler var.]
Beni en çok etkileyen nokta ise, sahnelerin çekim teknikleri oldu diyebilirim. Kadraj, dekor ve renklerin etikli kullanımı sayesinde filmin derinliğine varabiliyorsunuz, ki buda etkileyici bir şey çünkü günümüz sinemasında artık bu gibi saklı hazineleri bulmak zor gerçekten.
Başrollerini Ethan Hawke ve Amanda Seyfried‘in paylaştığı filmin en iyi performansı tabi ki Ethan Hawke‘a ait. Son 10 senedir dram filmlerinde gerçekten iyi performanslar sergiliyor kendisi. Birçok kişi Richard Linklater‘ın üçlemesinde [Before Sunrise (1995), Before Sunset (2004), Before Midnight (2013)] çok iyi olduğunu söylese de, bana göre bu filmden sonra, üçlemenin son filminde en iyisiydi diyebilirim. [Tabi birde, Regression (2015) filmini de unutmamak gerek…]
Amanda Seyfried‘i ne çok kötü ne çok iyi denebilir. Bir türlü neyin eksik olduğunu anlamadığım oyunculuğu ile insanın canını çok sıkmıyor hani. Filmin amacına hizmet ediyor sadece…
Yani, kısaca özetlememiz gerekirse, seçilen konu ve işleniş biçimi ile kesinlikle şans verilmesi ve aşırı dışa vurumcu yorumların dikkate alınamaması gereken bir film bence. Farklı görme ve düşünme biçimlerini deneyimlemek isteyenlere, önyargılardan arınmış bir şekilde izlemek tavsiye edilir.
Herkese iyi seyirler dilerim…
kusura bakmayın ama çok sığ bir film analizi, Bergman’ın kış ışığı filmiyle izlenmeli,
bu sizin kendi düşüncenizdir. sinema tarihinde sadece “bergman” yok esinlenme yaşanabilecek. sadece tanınmış insanları sıralayıp gereksiz bir yorum yapmamak gerek. sırf yazmış olmak için oluyor, komik. ben zaten yazmışım yönetmenin hangi filmden esinlendiğini ve yorumladığını. Robert Bresson’ın filmini izleyin ve sonrasında gelin konuşalım. hatta kitabı okuyun bence…
sinema tarihi sadece bilinen ve birilerinin gözünde “ilahlaştırılmış” kişilerden ibaret değil. öyle olsaydı, ne bergman, ne tarantino ne de spielberg gibi insanlar var olabilirdi yönetmenler olarak.
örn; cronenberg’e baktığınızda neumann, wood ve castle’dan esintiler taşıdığını, hatta neumann’ı sevdiğini kendisinin de söylediğini araştırıp görebilirsiniz. neumann’ın 1958 yapımı the flay filmini yeniden yorumlayarak çekmiştir 28 yıl sonra.
kısacası, her şey zevk meseline geliyor eninde sonunda…