Yıllar sonra Zeki Demirkubuz’un Albert Camus’un Yabancı kitabından esinlenerek yazdığı ve yönettiği Yazgı’yı izlediğimde nihilizm karşıtı olan ben, yaratılan karakterin benzerlerine gerçek hayatta ne çok rastladığımızı düşündüm. Maalesef günümüz hegemonyası olan kapitalist modernite, bilinçsiz bir nihilizm geliştirdi.
Filmin başkarakteri Musa (Serdar Orçin), tüm ahlak normlarını yıkarak seyircide nefret uyandıran bir birey olarak çıkıyor karşımıza. Annesi ölüyor umursamıyor. Hakkında hiçbir şey bilmediği bir kadın olan iş arkadaşı Sinem’le (Zeynep Tokuş) evleniyor, ama soranlara eşini tanımadığını söylüyor. Onun için ailenin, evliliğin hiç bir anlamı yok. Bir aileyi katletme suçundan idam cezası alıyor fakat umursamıyor. Çünkü en başından beri yaşamı da ölümü de anlamsız görüyor. Onun için yaşam da ölüm de “fark etmez”. Mahkemede kendisini savunmuyor bile, çünkü onun için her şey hiçbir şey, her şey “fark etmez”… Musa’ya göre yaptıklarının bir nedeni yok, sadece yapıyor.
Anlamını Yitiren Birey Sosyolojik Olarak Ölümün Eşiğindedir
Musa, karakteri asla anlayacağım bir karakter değil. Bunu söylerken asla toplumsal kuralları baz alarak söylemiyorum. Çünkü anlamını yitirmiş bir birey, sorgulamayan bir karekter felaketin, yabancılaşmanın ve hatta sosyolojik olarak ölümün kendisidir. Asla yaşam “fark etmez” noktasında bakılacak kadar hafif değildir. Fark eder hem de bal gibi fark eder.
Ama gelin görün ki günümüz toplumunda binlerce Musa oluşmaya başladı. Günümüz hegomanyası kapitalist modernitenin ahlak yıkıcılığı, anlam yok ediciliği binlerce Musa’nın, Meursault’ın doğuşuna neden oldu. Musa ve Meursault karakterlerini bir de Baudraillard’ın Simülasyon penceresinden analiz etmeye çalışalım.
Simülasyon: ‘Miş gibi’ yaşamak
Yirmi birinci yüzyılın önemli düşünürlerinden biri olan Jean Baudraillard,ortaya attığı kavramlardan en önemlisi de “Similasyon”dur. Simülasyonu “Gerçeğe ait tüm göstergeleri ele geçirmiş ve gerçeğin yerine geçmiş sahte” olarak belirtirken Simülasyon nasıl ve ne zaman olduğu bilinmeyen bir şekilde gerçeği yok ederek yerine geçen sahte bir gerçekliktir. Düşüncesinin özeti ise “miş gibi yaşamaktır”
Baudraillard, batılı sistem diye dikkat çektiği kapitalist modernitenin son iki yüz yıldır yaydığı evrensel ilkeleriyle, aşıladığı gelişme ve ilerleme moduyla tüm dünyaya örnek model oluşturan Batı sisteminin bugün varılan sonuçları itibariyle iflas ettiğini, çöktüğünü ve kendisiyle birlikte tüm insanlığı da peşinden belirsiz bir sona doğru sürüklediğini iddia etmektedir.
Duygu Eşittir Beğeni Midir?
Yabancı’daki Meursault’ın da Yazgı’daki Musa’nında yaşadığı aslında “miş gibi yaşamaktır”. Çünkü onlarda gerçek anlamını yitirmiş her şey kendilerinin biçtiği anlam oranında vardır. Bu yabancılaşmanın temelinde ise kapitalist modernitenin sahte yaşamıdır.
Özellikle bilişim çağının gelişmesi ile zamanla gerçek yaşam yok edilmiş sahte bir yaşam ortaya çıkartılmıştır. Bu simülasyonda duygular yok edilerek yerini “Beğeni”ye bırakmıştır. Sevilmenin ölçütü en çok beğeni ile ölçülmeye başlandı. Çok beğeni alıyorsan seviliyor ve yahut popülersin az beğeni alıyorsan de bilinmiyorsundur. Bu yaşama göre gerçek sevgi olsa da olur olmasa da olur. Çünkü sevginin artık bir anlamı yoktur.
Zaman ve Mekansızlık Kıskacında İletişim
Duygularla beraber iletişim yok olurken iletişim daha çok zaman ve mekanın yok edildiği fotoğraflardan ve kısa videolardan sağlanıyor.
Bir fotoğraf veyahut video, bize asla gerçeği söylemez. Çünkü zaman ve mekandan kopuktur. Gerçek değildir. Sadece o andır. Ve o an üzerinden kısa bir an geçtiğinde yeni bir gerçekliğe kavuşmuştur. Zamansızlık ve mekansızlık ilişkisiyle kurulan iletişim ise yine miş gibi yaşamanın ötesine geçmemektedir.
Şiddet ve Ölüm Karşısında Record Düğmesinde Basılı Kalmak
Yazgı’daki Musa’da gördüğümüz gibi hepimizi bir “fark etmez” sarmalı sarmakta. Yanı başımızda bir kadın şiddete uğradığında bir çoğumuzun yaptığı şey, bu şiddete doğru tavrı ve tepki göstermek yerine o anı kayda (record) alıyoruz. Herkesin elindeki simülasyonun en büyük icadı sözde akıllı telefonlarla “kaydederek” ve daha sonra simüle ettiğimiz yaşamlarda paylaşarak şiddeti adeta meşrulaştırarak sevimli bir eğlence haline getiriyoruz. Bize dayatılan ve çoğunlukta kabul edilen yaşamda orada yaşanan bir şiddetin hiç bir anlamı yoktur. Orada bir kadın ölse de olur ölmese de olur anlayışı hakim iken record düğmesinde eli basılı olan her birey için yaşanan her şey “fark etmez” sarmalındadır.
140 Karakterle Bilginin Canına Okumak
Bilgi, 140 harfe sığdırılarak adeta gerçekliğin canına okunurken sorgulanmayan bireyler halinde önümüze konulana inanıyoruz. Bilgi, doğru olsa da olur olmasa da olur. Önemli olan ne kadar etki yarattığıdır. Yani anlayacağınız bir deli kuyuya bir taş atıyor, hepimiz paylaşımlarla peşinden koşup gidiyoruz.
Kendini Bilmek Gerçekliğin İlk Adımıdır
Düşüncenin gelişiminden beri sorgulanmayan hayatın gerçek hayat olmadığı söylenir. Kendini bilmek, gerçekliğin ilk adımıdır. Ancak gel gör ki kapitalist modernitenin anlam yıkıcılık üzerine kurduğu yaşam ile sorgulamıyor, var olanı tüketiyoruz. Kendimizi bilmek yerine aslında biz olmayan bir kopyamızı yaşıyoruz. Fark etmez anlayışıyla bizlere simüle edilen yaşamlarda adeta boğuluyoruz. Birer Musa birer Meursault haline geliyoruz, gelmeye de devam ediyoruz.
Oysaki “Fark eder hem de bal gibi fark eder. Yaşadığımız her şeyin bir gerçekliği vardır. Gerçeklik, anlam asla kaybolmaz. Önemli olan ona ulaşmak zaman ve mekanın ruhunu yakalamaktır. Bizler bunu yakaladıkça bu hegomanya parçalanacak bizlere sunulan simültane yaşamların hükmü de son bulacaktır…
çok güzel bir yazı.. Dikkat çekiçi bir konu…