Bir dal sigara içsem, bir yudum kahve, biraz da gökyüzüne baksam. İyi gelir mi?
Ya da,
Bir paket sigara içsem, bir şişede bira, biraz da sokak lambalarına baksam. İyi gelir mi?
Aralık’ın soğuk kış günleri, saat 04:00.Yapabilecek hiçbir şey yok, düşünmekten başka. Gecenin bu saatleri siyah bir örtü gibi sarar dört yanımı. Bu saatler 24 saate bedel ödetir. Öyle hissettirir. Siyah ve beyazdır. Beyaz siyaha bu saatlerde yeniktir.
Saat 05:00.Bir saattir pencerenin önündeyim. Pencere önünde çiçek. Siyah beyaza yenilmeye başlarken yeşerir çiçek. Yerde kar, karda iz bırakan kedi.
Saat 06:00.Tam teslimiyet. Güneş çıkar, çatılar parlar. Çatıların gökyüzüyle birleştiği yer, işte o yer, masmavidir, masmavi…
Saat 07:00.Bir dal sigara, bir yudum kahve alıp evden çıktım. Gazete elimde. Üçüncü sayfa haberlerini aratmadı manşetler. Okudum, okudum, okudum. Botumun karda çıkardığı sesle, yüzüme yakan ayazla yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm…
Şehrin kalabalığı arttı. Sesler çoğaldı, kelimeler birbirine karıştı. Kaldırımları işgal etti arabalar ve şehir büyüdü. Etrafı izledim. Anıları taze tutabilmek adına gözlerimi diktim kaldırımlara, binalara. Ayağımın götürdüğü yere yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm…
Galata Kulesi’nin önündeki masalardan birine oturmuş beni bekliyordu. Masaya doğru ilerledim. İki demli çay istedi. Tütününü sardı. Gülümseyerek fotoğrafları sordu. Tek tek gösterdim. Yüzünün çizgilerinde bir tebessüm vardı. Sanki gülmek tek başına eylemdeydi yüzünde. Bu hali beni sinirlendirmeye başlamıştı bile. Böyle bir günde ‘gülme eylemi’de ne?
İfadelerim çok belirgin olmalıydı ki dayanamayıp sordu:
”Neyin var?”
Bu soru öfkemi dilime sürükledi. Sanki bütün yaşananlar onun yüzünden yaşanmış gibi. ‘Yargı eylemi’ne başlamıştım bile.
”Böyle bir günde bu soruyu nasıl sorabilirsin? Sen gazeteye falanda mı bakmıyorsun?”. Yüzüme baktı. Yine aynı eylemle ”Bakıyorum.” dedi. Bende ‘yargı eylemi’ yerini ‘nefret eylemi’ne bırakmıştı bile.
”Bencilsin. Nasıl bu kadar duygusuz olabilirsin? İnsanlar ölüyor!” dedim. Yüzünde aynı ifadeyle ”Haykırarak, yargılayarak suçlayacak birini mi bulmaya çalışıyorsun yoksa omzundaki yükten kurtulmaya mı?” Yüzündeki ifade, kelimeleri tokat gibi çarptı yüzüme. Ne diyeceğimi bilemedim. Sustum. Sigarasını bitirmiş, çayın son damlasını yudumlamıştı. ”Umudun var mı?” diye sordu o anda. Afalladım. ”Bilmiyorum” diyebildim.” Peki. Şimdi seninle bir eylem yapacağız.” dedi. Eylem tehlikeli bir kelime. ”Ne eylemi?” dedim. Aniden kalktı masadan, elimi tuttu. Ve peşinden sürüklemeye başladı. Eli elime değdi, eylem başladı. ”Şimdi bir cümle söyleyeceğim, susacağım. Sen cümleden bir kelime seçip söyleyeceksin susacaksın. En basit hale gelene dek sürecek.” Eylem bu muydu yani? Başımla onayladım. Bir yandan el ele hızlı adımlarla kalabalığa karıştık, bir yandan bağırarak sesli eyleme başladık. Eylemin büyüsüne kapılmıştık. Birçok kez tekrarladık. Son tekrar onun cümlesiyle başladı:
”Ellerinde sessiz çığlıklar duyuyorum.”
”Sessiz”
”Ses-siz”
”Ses”
”S-e-s”
Artık daha basite indirgenemezdi cümle. O an durduk. Durduğumuz sokakta bir yerden müzik sesi geliyordu kulağıma, ‘Elin elime değse de, sevsem seni’. Yüzüme baktı. Uzun uzun yüzüme baktı. ‘Gülme eylemi’ bitmişti. Gözlerinde bulutlar, yangınlar, yağmurlar vardı… Gözlerinde katliamlar, ölüler vardı. Gözlerinin karanlığı gözlerime öyle işledi ki; o an kelimelerle anlatılamayacak kadar derin hissettim. Cümleler, kelimeler, heceler, harfler sustu. Bütün sesli eylemler bitti. Gözlerimiz konuştu, umut etti, inandı. Gözlerimiz güneşli günlere inandı…
Anlamadılar, anlamayacaklar, anlayamayacaklar…
Ve saat 16:00. Bir paket sigara, bir şişe birayla ellerimiz kilitli, gözlerimiz henüz yanmamış sokak lambasında asılı. Beyaz siyaha hüküm sürmeye, bizse ‘sessiz eylem’e devam ediyoruz…