Komutanım görüntü yakaladık deyince asker, Şerif bir hışımla yerinden kalktı ve kuleye koştu. Koşmama da gerek yok, her akşam olan şeyler diye de içinden geçirmeyi ihmal etmedi merdivenleri üçer beşer atlarken. Gece görüşe baktı, yeri tespit etti. Yine tellerin ötesindeki sazlığı zorluyorlar diye küfürcük savurdu ağzından. Çavuşun aracı hazırlaması ne kadar kısa sürdüyse, Şerif’in de teçhizatını kuşanması o kadar kısa sürmüştü. Yine hat yoluna gidip uzaklaştırma yapacaktı sazlığın ötesindekine kurşun sıkarak. Kimse benim vatanıma izinsiz giremez diye yine küfürlendi. Bir buçuk dakikada sazlığın oraya damladı Şerif.
Yine gördüler diye hayıflandı on beşindeki körpe, sırtındaki üç aylık kızıyla. Her zaman yaptığını yapacak, olduğu yere çöküp, Şerif gidene kadar sessizce bekleyecek sağ omzuna da kurşun yememek için. Bir ay önceki cahilliğinin eseriydi sol omzu. Olduğu yerde nefessiz beklememiş, aracı görünce çatır çutur kamışları kırarak koşmaya başlamıştı geldiği yöne doğru. Açığa çıkarınca da kendini kurşun adres sormuştu. Hâlbuki bu gece, diğer denemelere nazaran daha da çok yaklaşmıştı tellere. Ayak seslerini hissetti kızının huzursuzluğunda. Ne olur ağlama’yı gözleriyle söyledi kızına. Kanat çırpsa sinek duyulur vaziyetteydi gece. Şerif tellere yanaştı, iyice eğilerek kamışların arasına baktı. Sazlık boyunca sağı solu defalarca gezdi fakat kimseyi göremedi. Körpe, Şerif’in araçtan gaz istediğini duyunca hemen cebindeki bez parçasını ve yarım limonu çıkardı. Daha önce bunu da tecrübe etmişti. Şerif sazlığın içine rast gele gaz atacak ve oradakinin kalkmasını bekleyecekti. Elindeki yarım limonu bez parçasına ve kendi yazmasına sıktı. Kızının yüzünü örttü. Kendi ağzını kapattı. Peşinden bir patlama. Şerif göndermişti gaz bombasını. Körpenin duası tutmuş ve kendisinden uzağa düşmüştü bomba. Bu durumda bile sevinebiliyor hatta içten içe Şerif’le dalga geçiyordu. “Aptal asker, ben buradayım nereye atıyorsun.” dedi ve kızına bakarak gülümsedi. “Ne kadar uğraşırsan uğraş geçeceğiz bir gün tellerin diğer tarafına.” diye kendince eğlenirken, asıl işin şimdi başladığının farkına vardı. Şerif mermi gönderecekti bu sefer sazlığın içine rast gele. Kızını kucağına aldı, üstüne yarım kapaklanarak tekrar dua etmeye başladı. Dua etmeye başladı, çünkü mermiden korunacaktı. Yarım kapaklandı, çünkü kızı nerdeyse suya batıp boğulacaktı. Şerif peş peşe üç el sıktı. Sazlığı dinledi. Ses seda yok diyerek küfrünü de alıp karakola geri döndü.
Saat öğlen on bir sularıydı. Şerif odasında oturmuş bir askere danışmanlık yapıyordu. Asker abi, derdini anlattıkça anlatıyor, kendi tabiriyle Şerif’in kafasına tecavüz ediyordu. “Ulan ne kadar derdiniz varmış.” diye içinden geçirdi Şerif. Sonra imzasını çakıp danışmanlık dosyasına koydu asker abinin dertlerini. Bir çay istedi, koltuğuna yaslandı. Çayı bekledi sigarasını yakmak için. Çay geldi, sigara yandı. Ellerini başının arkasında kavuşturmuş, gözlerini kapatmıştı. İznine az kaldığını düşünüyor olmalıydı ki yüzüne tebessümü çizerken sigara ağzından düştü. Ona da küfür savururken kapı çaldı. Nizamiye nöbetçisi gelmişti. “Komutanım, kapıda bir adam var, karakoldaki rütbeliyle görüşmek istiyor.” dedi. “Kim olduğunu bilmiyorum.” dedi asker daha Şerif sormadan. Bu ara canlı bomba olayı çok diye yine teçhizatını kuşanarak ve düşürdüğü sigaranın yerine bir sigara daha yakarak yürümeye başladı nizamiyeye doğru. Nöbetçiye, sol arkasında, silahını çapraz tutuşta tutarak kendisini takip etmesini söyledi. Nizamiye kapısına geldiğinde şaşırmıştı Şerif. Kendisini bekleyen adamı, gözleri kızarmış ve ağlar vaziyette buldu. Ne istiyorsun diye sordu. Adam elindeki kağıdı aşağı yukarı sallayarak, “Karımı ve üç aylık kızımı…” dedi. “Kaç aydır karşı ülkedeler. Ben geçebiliyorum ama onlar geçemiyor.” İç savaştan dolayı kendilerinin ne halde olduklarını bilmediğini söyleyerek sızlandı adam. Şerif gayet sakin bir tavırla, gerekli belgelerle gümrük kapısından geçebileceklerini söylerken adam, “Vermiyorlar komutan.” dedi. “Artık bir devlet yok karşımızda, alamıyorlar geçiş iznini. Ne olur komutan, kulun köpeğin olayım izin ver şu tellerden geçsinler de kavuşayım aileme.” diye yalvarmaya ve gözyaşlarını hunharca kamçılamaya başladı. Şerif’in o zamana kadar tek derdi, hangi arabayı alsamdı. Canı çok sıkıldı Şerif’in. Belki de içi cız etti. Uzun uzun adamın gözlerindeki yaşa baktı. Yere düşenleri toplamak istedi belki de. Kapıya elini yaslayarak, “Tele yaklaşırsalar ölürler.” dedi. Çünkü kendi devleti bunu emrediyordu. Yasalar baskın gelmişti duygularına. Kimse yasadışı giremezdi vatanına. Adam yalvarmalarını sürdürürken uzaklaşması gerektiğini söyledi ve karakola döndü. Üç gündönümü sonrasının gecesiydi. Sazlıktan yine görüntü almışlardı. Şerif, teçhizatını kuşandı, çavuş aracı hazırladı. Aracın yanına gelince askere, “Sen kal, yalnız gideceğim.” dedi. Yanında kimse olmamalıydı Şerif’in. Çünkü biliyordu ki gelen körpe ve kızıydı. Onları kavuşturacaktı ailesine. Belki yaptığı yanlıştı fakat vicdan denen zindan üç gün boyunca esir etmişti kendisini. Eğer yanında biri olursa başı belaya girebilir, vatan hayini ilan edilebilirdi. Koşarak üç dakikada vardı sazlığa şerif. Bir yandan ağır adımlarla yürüyor bir yandan da sazlığı süzüyordu. Sonra yüksek sesle konuşmaya başladı geceye karşı. “Biliyorum sensin. Bir de yanında üç aylık kızın var. Aylardır uğraşıyorsun telleri geçmek için. Ya sana zarar verseydim. Ya öldürseydim seni. Hiç mi korkmuyorsun allasen. Üç gün önce kocanla konuştum. Ne yalan söyleyeyim çok seviyor seni. Anladım ki sizin sevginiz sınırları aşmış. Buna ne tel dayanır ne bakır. İlerideki direğin dibinden gel. Orası hem kör nokta hem de telleri kesik. Ordan rahat geçersin. Ama telleri geçince koşmaya başlayacaksın. Ben de peşinden koşacağım ama sen sakın korkma. Ben sadece numara yapacağım. Gören olursa kendimi savunabileyim diye… Ha bir de yavaş koş tamam mı? Kızını düşürürsün,incinir, dayanamam. Ha, bir de bir şartım var. Kızınızın adını koymadıysanız adı Elif olsun. Sevdiğimin ismi. Benden bir hatıra size.” Şerif beklemeye başladı. Sonra çıtırtı duydu, geliyor galiba kızcağız diye düşündü. Ürkmemesi için birkaç adım uzaklaştı telden. Tebessüm ediyordu. Daha önce duyduğu ağlamaklı “Komutan” sesini tekrar duyunca, şaşırarak silahına sarıldı. Erkek sesi diye çoktan geçirmişti kafasından. Yüzü buz kesmiş bir vaziyette sese doğru yöneltti namluyu. “Kimsin sen?” dedi. “Benim komutan, nizamiyeye gelmiştim”. “Ne işin var orda?” “Karımın ve Elif’imin cansız bedenlerini almaya geldim.”