Eğitim kavramının yaşatılmaya çalışıldığı,insan psikolojisi üzerinde hayati etkilerinin bulunduğu gerçeğinin varolduğu toplumumuzda en çok hata ve eksikliklerin de bu alanda yapıldığının farkında mıyız acaba? İnsanları sadece fiziki olarak yetiştirmeye;zihinsel anlamda kitaplardan,öğrenme sürecinden uzak tutmaya çalışan bir ideolojinin ilk adımlarını görmek mi istemiyoruz? Eğitimi en çok önemseyen milletlerden biriyiz ancak şu ince detayı atlıyoruz; öğretim sürecinde “İnsan” yetiştirme potansiyelini kaybediyoruz. Eğitim sürecini üniversite kategorisini bitirmiş çoğu insanımız,sınavlarla geçen,teoriden ibaret kalan,yaşamsal anlamda bir faaliyet gösteremeyen onca bilgi yığının altında iş bulma çabasında geçiriyorlar. Halbuki üniversite ve lise bir medeniyet eğitimidir.Ibni Haldunlar,Gazaliler, ibni Sinalar,Farabiler,J.J Rousseler ve daha nice uygarlığa büyük katkıları olmuş ilim insanları öğrenilmeden,tanınmadan bir nesil nasıl yeşerebilir? Kanaatimce teoriler ve ezberler zorunluluğun getirdiği öteden beri varolagelen öğretim sürecinde en az bulunması gereken stratejilerdir. Ama her nedense bizim eğitim sistemimizin temelini oluşturmuş durumdalar. Sistemin bir üniversite öğrencisi olarak bu olumsuz hale eleştiri yapmaktan başka çare bulamıyorum. Düşünceye farklı ve yeni fikirlere açık bir millet olmadığımız da apaçık belli… Osmanlı medeniyeti nden sonraki Türkiye Cumhuriyeti bu anlamda bir çok devrim niteliğinde yenilikler gerçekleştirdi. Her toplum da olduğu gibi baskın olan bir ideolojik düşünce sistemi vardı ve diğerlerini yok etmek için yıllarca gayret sarfetmişti. Bunun eylem olarak gerçekliğini ise 1960,1980 ve son olarak 15 Temmuz başarısız darbe girişimlerini örnek gösterebiliriz.Her ne kadar 1960 ve 1980 darbeleri başarılı gibi gözükse de 15 Temmuz da toplumumuz da yerleşen İslam anlayışı ve kültürü ile vatan sevgisi ve insana saygı anlayışı oluşturulmaya çalışılan batıl zihniyetleri yendi.Bundan dolayı düşünce sistemimiz de farklı fikirleri ifade edebilme olgusu söz konusu olunca “söylesem yanlış mı,insanlar ne der?”gibi topluma,sisteme dair korkular;inanca olan saygıdan dolayı da ortaya çıkan bi ‘günah’kavramı oluyor.İnsanımıza düşünme,yeni fikirlerle kendilerini ifade edebilme yetisini veremiyoruz çünkü. Her insanın kendi kendisine yetebileceğini düşünüyoruz. Örnek vermek gerekirse,bir çocukta daha ilkokula başlarken kitap fobisi geliştiriliyor. Bilinçsizce yapılan bu davranış ilerde lise ya da üniversite çağına ulaştığı vakit;roman kitaplarını,dünyaca kalemi şaheser olan düşünce yazarlarını sıkıcı ders kitapları ve tabii en önemlisi de öğretmenleriyle özdeşleştirip okumadan yazmadan edebiyattan düşünceden kopuk bir yaşam sürmesine neden oluyor. Fikirlerle,ilimle yetişmemiş bir zihniyetin güzel ahlak çerçevesindeki etkinliği yok denecek kadar azdır. Bu bağlamda ‘ilim olmadan da ahlak olamaz mı?’sorusu akıllara gelebilir. Elbette olabilir.Ancak ilim olmadan,kütüphane medeniyeti,İslam ahlak anlayışı ile donatılmamış bir nesil güzel ahlaktan faydalansa bile topluma bir yararı olmaz .Hatta bazen iyi bildiklerini bilmemezliği nedeniyle çevresine hata olarak yansıtır. Etrafımızdaki okuyamamış, eğitime önem vermeyenlerin de varolan batıl inanışlar,gelenekleri olması gereken inançlardan üstün ve kutsal sayan zihniyetten bahsediyorum. Uzak değil;bu söylediklerim içinde yaşadığımız toplumun bir gerçekliği… Bu anlamda özelikle akademik alanda gözlemlediğim olumsuz durumlardan birini de ifade etmek istiyorum. Üniversiteye yerleşen gençliğin bunu yeterli görüp sistemin hatalarını,kararsız adımlar ve sınava yönelik çalışmalarla bitirme çabalarını üzülerek izliyorum. Koşullar,sıkıntılar,bahaneler öğrenmemek için söylenen ve eyleme dökülmeye çalışılan sorunlardır. Bu da unutulmamalıdır ki kendini güzelce yetiştirebilmiş bir gençlik,toplumun zihniyetini medeniyetler seviyesine ulaştırabilen tek çözümdür.Elbette bu manada kusuru sadece gençlerde aramamak gerekiyor.Sürekli sınav olgusuyla,ezber teorisiyle,fikirlerini geliştirebilme ve yeteneklerini sergilemelerine engel olan eğitim sürecinin de temel hataları vardır.Kendi fakültem için demiyorum ama genel anlamda Prof.Doçent. ünvanını almış çoğu ilim insanının yaşadığı topluma ve akademik çevresindeki öğrencilerle aralarına ördüğü duvarda dikkat çekici bir izah gerektiriyor.Tuhaftır ki çok bilmek ya da ‘unvan’ sahibi olmak insanı insanlardan ve insanlıktan uzaklaştırıyor. Bunun yaşayan örnekleri de en çok akademik anlamda oluyor. Topluma dair başta Doğu ve Güneydoğu olmak üzere çoğu bölge de olgu haline gelen yanlış İslam anlayışını tartışan,yazan,çizen ilahiyatçılarımız ne kadar da az…Güncel sorunlara ,insanı anlamaya yönelik çözümler olmayınca üniversite arkadaş,bilgi yığını ve ‘sınav’ adı altındaki zorunlu öğretim aşamasından öteye geçemiyor. Bu zorunlu ve sıkıcı öğrenim aşamasını öncelikle öğrenciler olarak bol bol hatta İlber Ortaylı’nın “Gençlere önerimdir; Gittiğiniz okullar size yetmeyecek,yetiştirmeyecek. Öyle kurgulandılar.deliler gibi kitap okuyun.”sözüyle yapılması gerekeni özetliyorum. Özellikle de üniversite öğrenimini yeterli gören,farklı zihniyetleri tekfir etme eğilimindeki nicelerine yaşarken yaşatılması gereken önemli bir söz. Tabii unvanı yaşam merkezi haline getiren,severek öğretmek yerine öğrenenlerin çabalarını yok sayarak,toplumla aralarına set çeken,bilgiyle ‘insanlığa’ ulaşmaya çalışılanları da unutmamak gerekiyor. İnsanlığa ulaşabilmenin ve uygarlıkta insan kalabilmenin iki yolu vardır. İlki yapılan her şeyi sevgiyle yapmak. Misal selam vermek,gülümsemek… Karşıdaki kim olursa olsun; hoş görebilmek. Farklı inançlara saygılı olmak temelde insanlığın özelde Müslümanlığın bir gereğidir çünkü. İyiliğin her daim kuralsızlığa,inançsızlığa ve kalpleri taştan daha beter halde katılaşmış yürekleri yumuşatacağı inancı akılların bir köşesinde bulundurulmalıdır.
İkinci yolu ise ÖĞRENMEYİ SEVEREK ÖĞRETEBİLMEKTEN GEÇER. Merakı,öğrenmeyi,bilgiyi sevdiremezsek eğer Pablo Picasso nun şaheser tabloları gibi zihinlere zorlukla yerleşen ezber modeli ve ahlak-görgü kurallarını toplumun bir gerekliliği olduğu için görünüşte mükemmel ama yüreği boş tablolar oluşturabiliriz. Lakin amacımız bu zorlu eğitim sürecinden ‘insanı’ en az hatayla ve iletilebilen bilgi süreciyle uygarlığın yaşamasını sağlayabilmek olmalıdır. Bu yolda en büyük sorumluluk öğretmenlik mesleğini yapan veya ilerde yapacak olanlara düşmektedir. Ancak öğretmenlerin yetiştirdiği gençlik olması gereken kültürün ve ifade özgürlüğünün eserleri olabileceklerdir. Belkide toplum olarak üniversite gençliğinin de dile getirmekte zorluk çektiği,ifade edebilme imkanı verilmeyen eğitim sistemimizin varolan hatalarını ‘sevgiyle ve hoşgörüyle ‘ öğrenci öğretmen arasındaki iletişimsizliği, karşılıklı anlayış ve bilginin süzgecinden geçirerek yenebilirsek eğer Osmanlı’nın Selçuklu’nun ve daha sayamadığım bu topraklarda ‘medeniyet’uğruna mücadele eden tarihi devletlerimizin geldiği kültürleşme sürecine ulaşabiliriz. “Gelemedik mi?” sorularını duyar gibiyim. Malesef bu soruya net bir cevap veremiyorum. Ferdi olarak gelebilsek de toplumsal anlamda medeniyetimizi Osmanlı’nın Viyana dan çekilmek zorunda kaldığı gibi yitiriyoruz. Eserler,camiler,arkeolojik kazılar,kütüphaneler kaldı geriye….. Mehmet Akif , Necip Fazıl ve Peyami Safa gibi eşi bulunamayan değerli yazarlarımızın okunmamaya yüz tutmuş eserlerinin raflarda eskidiği bir medeniyette; yitirdiğimiz Avrupa’ya uygarlık alanında Rönesans ve reform yaptıran,Rusya’nın,Orta Asya’nın gelişmesinde katkısı önem arz eden o muhteşem ilmimizi, sanatımızı,edebiyatımızı arıyoruz.’ Gelebildik mi?’değil de ‘Elimizden siyasi ve tarihi hatalarla kayıp giden medeniyetimizi bulabildik mi?’sorusunu sormak gerekiyor. Buna bir yanıt veremiyorum. Ama İslam dünyasındaki mezhep savaşlarını,ülkemizin günümüze değin verdiği uygarlık mücadelesini,toplumdaki kitap fobisini,gençliğin eğitimden-öğrenim aşamasından-uzaklaştığı bilinçsizce oluşturulan bir sistemi analiz etmenizi önerebilirim. Düşünceler kağıda aktarıldığı vakit dere yatağında akan hiç tükenmeyecekmiş gibi bir izlenim bırakan akarsu gibidir.Bu su hiç bitmez,azalmaz dedirtir ademoğluna.Fikirler de böyledir;kalemle bir araya geldi mi,su gibi akıp gider.Kelimeler,soyutlaşmış cümleler,umuda dair ideolojiler bu yatağın akıp gitmesini sağlayan temel etkenlerdir. Nasıl ki su hayatın ve insanın fiziksel anlamda yaşamasını sağlayan ana elementi ise fikirlerde insanlığın oluşmasını, gelişmesini ve ‘medeniyet’kavramı adı altında yaşayıp iz bırakmasına katkı sağlayan temel yapı taşıdır. Elbette düşüncelerin,ifade özgürlüğünün yaşatılabildiği yuvaların diğer adıdır ‘okul’lar ve bunun sistemleştiği, kalıplaştığı mana da ‘eğitim’ diyoruz.İnsanın öncelikle kendisini sonrasında ise toplumunu ve diğer toplumları tanıyıp anlayabilmesi için eğitim süreci zorunlu ve aynı zamanda ‘istendik’yönde yapılması gereken toplumsal davranış türüdür. Bu bağlamda yazımda öğrenim süreciyle ilgili yurdumuzda,çevremizde yapılan çok önemli hataları ve eksiklikleri dile getirmek istedim ve gözlemlerim doğrultusunda çözüm önerileri sundum. Eleştirinin hoş karşılanmadığı günümüz toplumu ve ideoloji çevresinde eğitim sürecinin bir ferdi olarak dikkat çekilmesi ve üzerinde durulması gereken ‘öğretirken sevme; öğrenirken yaşama ve yaşatabilme’fikrinin eğitim sisteminde yer almasının şart olduğu ancak son zamanlarda zorunlu teori eğitimi,sınav psikolojisi,gündelik yaşamda yer almayan bilgi yığınları gibi problemlerin ön plana çıkması ve bunlara dair bir çözümün olmaması nedeniyle ‘severek eğitmek yerine öğretirken nefret ettirdiğimiz bir nesille karşı karşıyayız. Eğitimi sevdirerek,öğretimi ise saygı çerçevesinde gerçekleştirebildiğimiz vakit istenilen ve beklenen kültürlü,medeniyet taşlarını yerine oturtmuş bir nesil yetişebilecektir.