24/10/2016

Bu sabah gözümü açtığımda beni gerçekten tedirgin eden şey kafama dayanmış silah değil, o silahı tutan kişinin İbrahim olmamasıydı. Gün henüz tam olarak aydınlanmış sayılmazdı. Yattığım yerden biraz doğrulup karşımdakinin yüzünü seçmeye çalıştım. Gece içkiyi fazla kaçırdığım zamanlar büyük bir bardak su içmeden uyumuşsam, aynı bu sabah olduğu gibi kabuslar eşliğinde, dayanılmaz bir baş ağrısıyla uyanırdım. Kafamı yastıktan kaldırdığımda ise bir süre gözüm kararır, etraftaki hiçbir şeyi tam olarak göremezdim. Bu yüzden karşımda dikilen bu adamın İbrahim olup olmadığı konusunda kısa süreli bir tereddüt yaşadım. Başka birisi olduğunu anlamam yaklaşık yirmi saniye sürmüştü.

“Sen de kimsin?” dedim. Tedirginliğimi engelleyemediğimden sanırım, normalde konuştuğumdan daha ince bir tonda çıkmıştı sesim.

“Kusura bakma abi. Korkutmak istemezdim. İsmim Cevdet. İbrahim abinin yedeğiyim.”

İbrahim’e göre daha kibar bir yaklaşımı vardı veya henüz acemiliğinin verdiği bir kibarlıktı bu. Silahı tutuşundan anlaşılıyordu acemi olduğu. Kabzasını sıkı sıkı kavramıştı. Bu da elinin titremesine neden oluyordu. Kolunu dümdüz uzatmış, diğer elini de silahı tuttuğu elinin altına koyarak desteklemişti. Tıpkı ucuz dizilerdeki polisler gibiydi. Oysa bu şekilde taş çatlasa beş dakika durabilirdi. Parmağı tetikte değildi. Tetiğin hemen arkasında tutuyordu ve silahın emniyeti kapalıydı. Vakit gelmeden öldüreceğinden korkuyordu. Bu işi yapan adamların acemi olup olmadıklarını en bariz buradan anlayabilirdiniz. Tüm bunların dışında silahın namlusunu kafama dayamıştı. Yapılan en büyük yanlışlardan biriydi bu. Silahla kafanın arasında en az yarım metre olması gerekirdi. Aksi halde gün içerisindeki hareketlerime ayak uydurmakta zorlanabilirdi.

Onun bu acemi halini görünce az önceki tedirginliğim kaybolmuştu. Daha kendimden emin ve biraz daha sert bir sesle devam ettim.

“Korktuğumu kim söyledi sana. Hem senin evimde ne işin var? İbrahim nerde?”

“Yok abi estağfurullah. Korkutmak derken o anlamda söylemedim. İbrahim abinin annesine motor çarpmış akşam. Apar topar hastaneye gitti İbrahim abi.”

“Tüh! Üzüldüm bak şimdi. Durumu nasılmış peki?”

“Ağırmış sanırım. Zor çıkar diyorlar. Allah’tan ümit kesilmez tabi…”

“Yapma be! Tetikçisi yanında değil miymiş peki.”

“Yok be abi ne tetikçisi. Belli bir yaşın üzerindekilere tetikçi verilmiyor artık.”

“Yazık. Kendi eceliyle ölecek yani desene.”

“Maalesef.”

“Biz şanslıyız Cevdet biliyor musun? Kızıp söylenmek yerine şükretmeyi öğrenmemiz lazım. Bak en azından zamanını bilmesek bile nasıl öleceğimizi biliyoruz.”

Ağzından laf almaya çalıştığımı anladı Cevdet. Hiç bir şey söylemedi. Sadece gülümsemekle yetindi. Manalı bir gülümsemeydi bu. Tetikçilik yasası çıktığından bu yana içimi kemiren tek merak duygusu buydu. “Ne zaman öleceğim?” Oysaki daha önce nasıl öleceğimi bile bilmiyordum.

Tetikçilik yasasının tek değişmez kuralı ne olursa olsun insanlara ölecekleri zamanı söylememek üzerineydi. İnsanın öleceği zamanı bilmesi geçmişten gelen “Eceliyle Ölmek” kültürünün tamamen yok edilmesi anlamına gelirdi ki, bu toplumun yozlaşmasına neden olacağından, pek tasvip edilen bir şey değildi. En nihayetinde öleceği günü bilen insan, zamanı azaldıkça şeytanın bile aklına gelmeyecek türden rezillikleri yapabilirdi. Eminim ben daha fazlasını da yapardım.

30/10/2016

Sokakta kime baksam mutluydu. Sanki bütün insanlık bu devrimi beklermiş gibi. Mücadele etmenin bir anlamı yoktu. Ölüm gerçeği, sadece belirli zamanlarda yansımıyordu artık zihnimizde. Her an ölebileceğimiz ihtimali, vücut bulmuş haliyle tam yanımızda geziyordu. Gündelik hayatlarına, kafalarına doğrultulmuş bir silahla devam eden herkes hayatından memnundu. Bir tek üst komşum olacak asker emeklisi Sabahattin lavuğu memnun değildi. Bu, değiştirilmesini istediği altıncı tetikçisiydi. Ne zaman beni görse dert yanıyor, adamların disiplinsizliğinden dem vuruyordu.

“Allah aşkına siz söyleyin efendim, böyle tetikçilik mi olur?”

“Haklısınız Sabahattin Bey olmaz”

“Bunların silah tutuşunda hayır yok.”

“Evet Sabahattin Bey yok”

“ Zamanı gelince bu işe yaramaz herifler mi erdirecek beni huzura”

“Haklısınız”

Umarım en yakın zamanda kavuşur o çok istediği huzura.

12/11/2016

Kafam iyiydi. Belimdeki silahı çıkarıp ben de Cevdet’in kafasına dayadım. Meyhanenin ortasında, kafalarına dayalı silahla içmeye devam eden öteki alemcilerin arasında bizi rahatlıkla ayırt edebilirdiniz.

“Söyle ulan orospunun evladı. Ne zaman öldüreceksin beni?”

“Abi bak ayıp oluyor ama böyle küfür müfür…”

“Ayıbını sikerim senin. Söyle yoksa ben seni öldürürüm”

“Öldür lan. Öldürmezsen adam değilsin. Pezevengin evladı seni”

Pratiği zayıf olsa bile, teorisi iyiydi Cevdet’in. O an kafasına dayadığım silaha rağmen söylememeye kararlıydı. Bir an elimin ayağımın titremeye başladığını hissettim. Gözlerim doldu. Ağlamaya başladım.

“Ne olur lan söylesen. Ölür müsün sanki…”

“Abi yalvarırım yapma böyle. Söyleme imkanım olsa bu kadar üzer miyim seni?”

“Üzmezsin değil mi?”

“Üzmem tabi ki. Hadi ver o silahı şimdi bana. Oturup efendi gibi içmeye devam edelim.”

“Tamam vericem. Ama sen de en azından bana yılını söyle. Gününü, ayını siktir et.”

“Abi lütfen!”

“Tamam lan tamam. Al veriyorum silahı.”

“Hah şöyle! Hadi güzel abim sağlığına içelim”

“Senin de sağlığına Cevdetim. Fakat şu silahı güzel tut bak. Elin titriyor hala. O gün geldiğinde de böyle elin titrer, kurşun kafamı sıyırır da canımı yakarsan ananı sikerim demedi deme.”

Masadan kalkmaya niyetlenmiştik ki arka tarafta patlayan silah sesiyle irkildik. Sesin geldiği masanın yanına gittiğimizde yerde kanlar içinde yatan Vahap Bey’i gördük. Dünya meyhanesinin, ismi buydu meyhanenin, müdavimlerindendi Vahap Bey. Efendi adamdı. Her gece gelir, üç kadehten fazla içmezdi. Tetikçisine de bir iki kadeh ısmarlar, gecenin ilerleyen vakitlerine kadar dertleşirlerdi. Canından çok sevdiği karısı, aynı tetikçinin kurşunuyla iki yıl evvel ölmüştü. “Ne olur izin verin. Canımı vuranın elinden olsun ölümüm” dediği için de aynı tetikçi hemen haftasında Vahap Bey’e atanmıştı.

Kollarından tutup meyhanenin arka kapısına kadar sürüklediler Vahap’ı. Arkasından ağzımızın döndüğünce bir iki dua okuyup son görevimizi yapmış sayıldık bizde. Islak bezle yerleri ve kan sıçramış masayı bir güzel sildiler. Silahını beline sokup ellerini yıkamaya gitti tetikçi. Geri döndüğünde bir bira söyledi kendine.

Birasını bitirmeye yakın yaptığı itiraf açıkçası hepimizi şaşırtacak cinstendi.

“Doğruyu söylemek gerekirse daha vadesi dolmadı ya… Gönlü yaralıydı Vahap abinin. Daha fazla acı çekmesine vicdanım elvermedi”

Bunun yasaya aykırı olduğunu düşünmüştüm hep. Ya bu adam yaptığı işe vicdanını karıştıracak kadar acemiydi, ya da yasa bu tür esnekliklere göz yumabiliyordu.

17/11/2016

İbrahim’in yanına uğradım bugün. Zavallı. Yorgunluktan bitap düşmüştü. Hastane koridorundaki banklardan birinde uzanırken gördüm onu. Hep nefret etmişti hastanelerden. Hastanelerin tentürdiyot kokulu koridorlarından… Şimdi ise ölüm döşeğindeki anasının eceli gelene kadar belki de aylarca katlanmak zorundaydı bu kokuya. İbrahim’in, annesinin ölümü üzerinden beklediği zamanın belirsizliği, benim Cevdet’in beni ne zaman öldüreceği konusundaki belirsizlikle eş değerdi. İkimiz de bunun cevabını hiçbir zaman alamayacaktık.

03/12/2016

Televizyonda yine o aptal tartışma programları… Çok bir bok bildiğini zanneden o aydın bozuntuları, kafalarına dayanmış silahla ekranlarda boy boy görünüp tetikçilik yasasının insanın özgürlüğünü nasıl kısıtladığını öne süren tezlerini sunmaya devam ediyorlardı. Oldum olası sevemedim bu aydın güruhu. Bir taraftan halktan kendilerini soyutlayıp, halkın gerçekten neyden mutlu olduğunu görmezken, diğer taraftan kendi bildiklerinin halk için en doğrusu olduğunu nasıl savunabildiklerine aklım bir türlü ermiyordu. İnsanlar mutluydu. Bundan daha kıymetli bir şey olabilir mi? Yıllardır bitmek bilmeyen kaos bu yasa sayesinde bitmişti. Artık insanlar ne idiği belirsiz kurşunların hedefi olmuyordu, yada bir çöp kenarına bırakılmış uzaktan kumandalı bir bombayla parçalanmıyordu vücutları. Fail-i meçhul diye bir kavram giderek yitirmişti anlamını. Artık her meçhulün faili belliydi ve her fail kendi meçhulünden sorumluydu. Tüm bu saydıklarım yetmez miydi mutluluğumuza?