Resim Öğretmeni Ebru’ya bir ödev vermişti. Türk Sanatları içinde en ilginç olan, hayranlık uyandıran bir sanatı araştırmasını istemişti. Ebru lisede ek ders olarak Resim dersini seçmişti. Yoğun bir ders programı vardı. Öğretmeni Zeynep Hanım dönem sonunda bir ödev vermiş:
— Ebru sana isminle eşanlamlı bir Sanatımızı araştırma ödevi veriyorum. Ama bu ödevi sadece internetten kuru kuruya değil bu işin Duayenleriyle konuşup gerekirse röportaj ve alan çalışmalarıyla desteklemeni istiyorum demişti.
Ebru eve geldiğinde canı sıkılmış gibiydi. Çantasını fırlattı, salona geçti. Ooof ya her şeyi zorlaştırmak zorunda mısın be kadın” dedi. Duyduğu, bildiği tek Ebru isimdi. Bunun birde sanatı mı vardı. Annesi sanatla ilgiliydi, Konuyu biliyordu, öğretmeniyle konuşmuştu. İçinden “face’ den uzaklaşman için iyi bir yol” diye geçirdi. Gençliğin haline üzülüyordu araştırma yok, kitap okuma yok, maneviyat hızla eriyip gidiyor. Madde değer kazanıyor diye düşünmekteydi uzun zamandır.
Diğer tarafta Türkiye’nin güzel bir köyünde Ahmet Geven otu toplamaktaydı. Köylüler kırlarda geven dikeninin gövdesine bıçakla çizik atar, birkaç gün beklerler. Bitkinin özsuyu çizik bölgeden akar ve kurur. Bir ağaç kabuğuna benzer görünüm alır. Bu kabuklar tek tek toplanır. Kabuk şeklinde olan kitre aktarlarda satılmaktadır. Ebrunun suyu hazırlanırken saf suyun içine belli ölçülerde kitre konulur. Su ağzı kapalı bir kapta bu şekilde bir süre bekletilir. Belli zaman aralıklarıyla çalkalanarak eriyen kitre özünün dağıtılması gerekir. Suyun yeterli yoğunluğa ulaşmasından sonra, içinde kalan erimemiş kitre kalıntılarını ayırmak için, ebru suyu iyice süzülmelidir. Ahmet “bunları bize niye toplatıyorlar, Hüseyin sen biliyon mu? diye sordu. Hüseyin yaptığı işin bilincindeydi. “Oğlum kasabadaki Halk eğitimde hoca hanım ebru mu ne bişeylerle uğraşıveriyor ya görmedin mi heç böyle rengarenk bir şeyler yapıyor, Böyük şehirlere de gideyo burdan oooohho hadi işimiz çok oyalama beni” dedi. Ahmet bir türkü tutturdu kim bilir büyük şehir nasıl bir yerdi. Bu otlarla resim nasıl yapılırdı ki?
Aynı kelimeyi söyleme sırası Ebru’ya gelmişti. Bilgisayarın başına geçip oturmuştu Google’ın arama motoruna büyük harflerle “EBRU” yazdığında Ebru malzemeleri içinde yazıyordu. Geven otu, Kerajin, Kitre… Resimde bir çeşit otsu bitki. Bilmeden Ahmet’le aynı fikirdeydi. “Bu otlarla nasıl resim yapılır?”
Bu böyle olmaz diye düşündü. Gidip bir yerlerden bunu yapılırken görmeliydi. Yavaş yavaş ilgisini çekiyordu Ebru. Evet evet bir kursa yazılmalıydı. “Ben bu ödevi yaparım Zeynep Hanıııım” diye düşünüp içinden gülümsedi. Yarın Allah kerimdi.
Araştırmaları sonucu semtine yakın bu eğitimi veren bir dernek buldu ve kayıt oldu. Kimse gelmeden gidip bir sandalyeye ilişti. Geleneksel bir sanattı Osmanlılar zamanında birçok eserler verildiğini araştırırken okumuştu. Acaba hoca nasıl biriydi. Genellikle belli bir çizgileri vardı geleneksel sanatlarla ilgili hocaların. Yavaş yavaş başkaları da gelmeye başladı.
“Umarım verimli bir eğitim olur” diye düşündü. “Yoksa zamanım boşa geçirecek kadar bol değil.” Derken kapı açıldı; içeriye güler yüzlü sempatik bir kadın girdi. “Herkese merhabaaaa” dedi gülümseyerek. Tanışma faslından sonra, hoca Ebru sanatı hakkında bilgi vermeye başladı. Farsça’ da “Kaş” anlamına gelen bir kelimeden gelmekteydi anlamı. Eskiler, Ebr (suda yüzen) de dense, İngilizler “Marbiling” de dese. Literatüre Türk Sanatı olarak geçmişti. İran’da doğduğu, Hindistan’ da büyüdüğü de söylense bizim sanatımızdı işte. Her kullanılan malzemenin bir anlamı vardı ve öylesine özeldi ki. İşte sıvı olarak kullanılan Kitre, Geven otuyla yapıldığı gibi, Deniz kadayıfıyla da yapılmaktaydı. Doğanın koynundan alınan emanet yeniden işin üstatları tarafından doğaya sunuluyordu. Öyle ki asla zehirli madde içermiyor. Öksüren çocuklara bile şurup olarak içirilebiliyordu bu deniz kadayıfı. Geven otu yada Deniz kadayıfı ehli ellerde yumuşatılıp bekletildikten sonra, yağmur suyu yada şimdilerde saf suyla birleştirilip kıvamlı bir sıvı yapılmakta işte tuval olarak kullanılan zemin böyle oluşmaktaydı.
Osmanlı Nakkaş hanelerinde özenle bir bebek gibi geliştirilen bu Sanat o zamanlardan günümüze vücut bulmuştu. Tüm Ebru üstatları en görkemli eserlerini Kanuni Sultan Süleyman devrinde gerçekleştirmişlerdi.
Kullanılan malzemelerde yapay hiçbir dokuya rastlanmıyordu. Örneğin kullanılan fırçalarda özeldi. Kimin aklına gelirdi ki; at kılları hem bir kemanın notalarındaki olağanüstü tınıların müsebbibi olsun, hem de melodi gibi her vuruşta suyun üzerine düşen tınıları denize atılan taşlar gibi dalga dalga yayılsın. Aynı doğanın mükemmeline şehadet eden iki farklı unsur…
Peki, bu fırçanın kıllarının üç yaşın üstünde olan erkek attan temin edileceğini kim düşündü? Ya bu kılların bağlı olduğu sapın, gül dalı zarafetiyle bütünleştirilmesi gerektiğini ve doğada hiçbir materyalin bu esnekliği vermediğini. Belki de söylendiği gibi büyük üstat Hikmet Barutçugil kendi adını taşıyan teknesini hareket ettirmek suretiyle bulduğu ve geliştirdiği “Barut Ebru” gibi bir başka yaratıcılığı da bu konudaydı. Gerçekten de değerli üstat bahçesinde yüzlerce çeşit gül yetiştirmekteydi. Her bahar mevsiminde güller budanır, atılır bilindiği gibi. Fakat Barutçugil tabiattan gelen bu hediyeyi severek kabul edip en güzel şekilde değerlendirmiştir.
Ebru Sanatının en büyük özelliği her adımda sabrı öğretmesidir. Kitre hazırlanır beklenir. Demlensin diye. Biliriz ki hiçbir şey demlenmeden tadını bulmaz. Boyalar toprak boyadır. Saatlerce “Destiseng” denilen mermer parçasıyla ezilir, dirhem dirhem ateşe su verir gibi sulandırılır. Her şey terbiyeden geçer sesimiz bile terbiye etmeden dinlenir hale gelmez. Ebru’nun terbiyesi “öd” dedir. Sulandırılıp boş bir kaba alınan toprak boya öd ile pişmesi için bir süre dinlenmeye alınır.
Ebru büyülenmiş gibiydi. Herkes hocanın anlattıklarını şaşırarak dinliyor, arada iyi ki buradayız der gibi birbirlerine bakıyorlardı. Derken hoca ilerleyen zamanlarda Ebru sanatının üsluplarından ve sanatçılarından da söz edeceğini artık derse geçmeleri gerektiğini söyledi. Herkes heyecan içindeydi. Hoca kitre dolu teknenin başına geçip fırçalardan birini aldı. “Battal ile başlıyoruz” dedi. Her şişenin içinde farklı miktarda öd vardı. Her şişede farklı fırçalar. Ve işte o an. Herkes soluğunu tutmuş o anı yaşamaktaydı. Ve ilk darbe fırçanın özenle bünyesinde sakladığı boyalar suyun yüzeyine damla damla düşüp her düştüğü yerde harelenmesi. Herkesten bir “oooooooo” sesi. Ve her şey böyle başladı önceleri herkes cesaretsizlikle sırasını birbirine veriyordu ama zamanla alıştıktan sonra kimse sırasını kimseye vermez oldu.
İlk Ebrusunu yapmıştı Lise öğrencisi Ebru. Farklı bir dünya açılmıştı önünde. Akşam yaptıklarını annesine coşkuyla anlatıyor her farklı üslupta neler yapabildiğine şaşırıyordu. Belki de hayatında ilk defa bir hobisi olmuştu. İçinden Zeynep hocasına minnet duydu. Önceleri çok kızmıştı zamanım yok diye ama farklı bir kapıdan farklı bir dünyaya da o kapıdan girmesini Zeynep öğretmenine borçluydu işte. Daha başlangıç bu diye düşündü. Çok kapsamlı bir aratırma yapacaktı. Gerekirse bu konuda ismi geçen hocalarla bir söyleşide ekleyecekti dosyasına. “Yarın gül alayım hocama” diye seslendi odasından annesine. İçinden gülümsedi, “dalını bana geri verir mi acaba” diye. Demek ki doğruymuş topraktan aldığını toprağa vermek. Her şey bir süreç. Ve uyumadan önce Ebru dersi öğretmeninin sözlerini tekrar etti sessizce “Baki kalan bu gök kubbede hoş bir seda imiş”…