Adımlarını hızlandırmış neredeyse koşacak hale gelmişti. Bir yandan insanlara çarpmamak için çabalıyor diğer yandan arkasına bakıp hala geliyor mu diye bakınıyordu. Yağmur yağmıyor olsa iyiydi. Lanet olsun şu gözlüğe! Yağmur damlaları iyiden iyiye görmesini engelliyordu. Kim olabilirdi? Gözlüğünü biraz kaldırıp net görmeye çalıştı. Üzerinde olan yırtık cübbesi üstelik kafasının tamamını kapayan geniş bir kapüşonu vardı. Omuzları geniş, uzun boylu ve cüsseli bir adamdı. Bir erkek olmalı diye geçirmişti içinden. Tekrar önüne dönüp adımlarını biraz daha hızlandırdı. İnsanların arasında bir boşluk yakaladı ve koşmaya niyetlendi. Birden iki tarafından bulutsu su kütleleri insanlarla kendisi arasına girerek set çekti. Etrafına bakınıyordu. İki bulutsu kütleyi izledi biraz ileride birleşerek önünü tamamen kapadı. Geri döndü kapüşonlu adam baktı. Bulutsu su kütlerini o kontrol ediyor gibi iki eliyle hareketler yapıyordu.
Kalp atışlarını bile duyacak kadar yüksek atıyordu nabzı. “Kimsin sen?” diye haykırdı. Caddede olan hiç kimse görmüyor muydu? Kapüşonlu adam ellerini geriye doğru uzatıp bulutsu kütleyi kendi arkasında birleştirerek ikisini de içine alan bir ortam yarattı. Caddenin görüntüsü gittikçe kayboluyor hava kararıyordu. Kapüşonun içinde parlayan bir çift göz gördü. Sarı olduğuna emindi. Bir kaplan edasıyla üzerine geliyordu.
“Sakin ol” dedi hayvansı bir sesle. Daha çok hırıltı gibiydi. “Kimse görmüyor bizi” diye ekledi. Bir ucube diye geçirdi kafasından. Uykuda olabileceğini geçirdi zihninde. Kollarını, yüzünü yokladı.
-Geleceğe gitmek… istiyor musun?
-Şaka mı bu?
Filmlerde olurdu ancak veya romanlarda.
-Kim ben mi? Saçmaladığının farkına vardı. Başka Kime soruyor olabilirdi?
-Bunun için… buradayım istemiyorsan… giderim. Ne kadar… ileriye… ve nereye?
Güldü kendince, cesaret için dalga geçmek işe yarar mıydı? Nasıl bir konuşma şekliydi bu? Duraksayarak! Duraksama değil daha çok bekleyerek.
-Niye vaktin mi yok? İşin mi var?
-Zamanın efendisiyim… zamana ihtiyacım… yok… ama işim… var… bu doğru.
Sesinden kızmış olabileceğini anlamak mümkün değildi
-Tamam, tamam kızma. Evet istiyorum.
Kapüşon sağ tarafına omuzlarına doğru eğildi, gözler de. Tekrar yutkundu. Ucube açıklama bekliyordu.
-Tamam anladım. Yirmi yaşındayım ve kırk yıl sonraya kendimi görmeye. Tabi kendime gidebiliyorsam ve yaşıyorsam? Yani şey, yasayacaksam. Ya anladın iste.
İkisinin arasında başka bir su kütlesinden anafor oluşmaya başladı. Gittikçe derinleşiyor gibiydi. Düşememek için biraz geri durma ihtiyacı duydu. Gözleri anafora bakıyorken ucube konuşunca kafasını kaldırdı.
-Gidebiliyorsun! Ve… evet… yaşıyorsun.
“Dur dur” dedi yüzünü parmaklarıyla yokladı. Uyanmak ister gibi kendi canını yakmaya çalışıyordu.
– Yirmi dakikalık… bir seyahat… ve orada… geçireceğin bir… saatin olacak. Hazır mısın?
Kafasını onaylar gibi salladığı anda adamın iki eli uzanıp yakasından tuttu ve anaforun içine çekti. Birden boğulacak hissine kapıldı ama nefes alabiliyordu ve bir başka bulutsu su kütlesinin içinden çıkıp adeta başka bir dünyaya gelmişlerdi. Bu bir çeşit Einstein Roosen köprüsü gibi diye düşündü. İyi de bu ucube kimdi dahası neydi? Bir çölü andıran kumların üzerinde yürüyorlardı. İleride yine bir anafor vardı bu kez yerde değil de askıda, havada duruyordu. Tekrar anaforun içine girip kayboldular. Birkaç kez bunu tekrar etmişlerdi.
-Gerçekten kendimle görüşeceğim değil mi?
-İstediğin bu… değil miydi?
Soruya soru ile karşılık verecekse seyahat zor olacaktı.
-Geleceğimi biliyor mu? Yani şey biliyor muyum?
-Sence?
Buyur yine aynı şeyi yaptı diye geçiriyordu içinden.
-Neden ben peki? Yani niye bana geldin?
-Neden olmasın?
-Kimsin nesin sen? Bir açıklama istiyorum.
-Dönünce… anlatırım.
-Ne konuşacağım kendimle?
-Sen istedin… gitmeyi.
-Onu demek istemedim. Yasaklı olan bilgiler olacak mı?
-Elbette. Neleri… soramayacağını zaten… biliyorsun.
-Ne demek biliyorum?
-Dönünce anlattım… sana.
-Dönünce anlattın mı? Daha dönmedik farkındaysan.
-Döndük… Sen biliyorsun…. Orada.
Nihayet kumların olmadığı bir yerden çıkmışlardı. İki katli bir evin yan tarafından ön kapıya doğru yürümeye başladılar. Yağmur burada da yağıyordu. Dönüp ucube diye düşündüğü adama baktı ve evi işaret ederek “içeride miyim?” Diye sordu.
Düşünceleri uçuşuyordu. Başkasının evi olma… yuhhhh! Evin hemen önünde duran yeşil klasik otomobili gördü. Şuna bak bu otomobil, üstelik yeşil. Hayalini kurduğumun birebir aynısı. Yüzünde gülümseme belirdi. Otomobile okşar gibi dokundu. Belki ev benim değil ama bu otomobil kesinlikle benim diye düşündü. Ucubeye dönüp
-Bu otomobil var ya…
Ucube kolunu kaldırıp gir der gibi işaret etti. Çok sessizdi ama be! Cümlesi yarım kaldı verandaya biri çıkmıştı.
-Çabuk gel bir saatimiz var çocuk! Girin içeri.
Biraz hızlanarak bahçeyi geçip verandaya çıktı. Yağmurun, toprağın, etraftaki bütün her şeyin kokusunu alıyordu. Kırk yıl sonraki kendisi, ucubeye sarıldı. İki eski dost gibiydiler. Şaşırarak baktı ikisine. Ne cesaret, nasıl bir ilişki bu der gibi geçirdi içinden. Sarılmanın ardından:
-Merhaba!
–Merhaba!
-Bu gerçek değil mi?
-Evet gerçek.
-Zamanda seyahat ettim ve bunun gerçek olduğunu söylüyorsun. Geçmişe gitmek ve bir şeyleri değiştirmek kaos yaratır diye biliyordum. Kimse geçmişe gidemez sanıyordum.
-Öncelikle haklısın. Ama geçmişe gitmedin aksine geleceğe geldin. Ve doğru, hiçbir insan yani kimse gidemez ne geçmişe ne geleceğe.
-Ben nasıl geldim? O halde bu bir düş.
-Değil. Düşsel gibi ama değil. Bu seyahati o yapabiliyor sadece. O bu dünyadan değil. Dolayısıyla oluşacak en büyük bir değişiklik bile onu etkilemiyor. Kaldı ki bunları zaten biliyorsun. Dönünce sana anlatacak.
Çok anlamamıştı önemli değildi şuan için. Nasıl olsa dönünce anlatacaksa düşünmenin de anlamı yoktu. Evi gösterdi kafasını ileri doğru uzatarak.
-Kimse Var mı?
-Olmaması gerekiyordu. Seni, yani benim gençliğimi kim görse bayılırdı herhalde değil mi?
Sen bilirsin der gibi dudağını büktü.
-Kahve demlenmiştir artık. Geçelim içeriye.
–Çay diyecektin herhalde. Demlemek dedin.
-Kırk yılda çok şey değişti.
-Ne kahvesi peki?
-Kolombiya!
-Kolombiya’dan kahve mi getirtiyorsun?
-Gerek yok. Her yerde her türlüsü var zaten. Ama iyisini alıyorum meraklanma.
İçeri girip çalışma odasına yönelmişlerdi. Ucube hemen arkasındaydı. İlk dikkatini çeken duvarların kütüphaneye dönüşmüş hali oldu. Önce gözleriyle sonra kafasını çevirerek bütün duvarlara baktı. Yaklaşıp parmaklarını kitaplarda gezdirdi. Yeşil klasik otomobilden sonra bu kütüphane ve kitaplar keyfini iyiden iyiye yükseltmişti.
-Kütüphanen var. Okudun mu bunların hepsini?
-BİZ okuduk.
-Hiçbir kitabı atmadım değil mi?
-Ödünç verdiğin kitaplar geri gelmedi. Ama meraklanma sonra gidip tekrar satın alıp yerine koydum.
Önce yanağını sonra çenesini kaşır gibi yaptı.
-Ne okuyorum şu sıralar biliyor musun? Yani hatırlıyor musun?
-Yalom! “ Divan”
-Sen, ben misin? Yani ikimiz aynı kişiyiz değil mi? Kırk yıl sonraki ben.
-Evet! Dediğin gibi ikimiz, yani sen kırk yıl önceki ben.
Küçük ama oldukça farklı görünen masanın arkasındaki rahat görünümlü koltuğa ucube geçip oturdu. Öndeki iki koltuktan birine izin ister gibi bakarak yerleşti. Kırk yıl sonraki kendi kahveleri doldurup diğer koltukta yerini aldı. Olgun adam parmaklarını gezdirdi masanın kenarında.
-Korsan gemilerinde kaptanların masası gibi değil mi? Koltuklarda öyle. Çok aradım bulamadım nihayetinde kendim tasarladım.
Ucube geriye yaslanmış odada yokmuş gibi oturuyordu. Ucubeyi işaret ederek biraz sessizce
-Bu kim bir fikrin var mı?
-Meraklanma! Siz dönünce anlatacak. Neden kırk yıl sonrasını istedin?
-Aslında kırk yıl sonra demeyecektim. Kırk yaşıma diyecektim ama ödümü koparmıştı. Yanlışlıkla kırk yıl sonra dedim. Ama eğer sen bensen bunu biliyor olman gerekmez mi?
-Hayır, biliyorum elbette ama gerçekten korkudan mı olduğuna emin olmak için soruyorum. Sen biraz önce yaşadın bunu. Bense kırk yıl önce.
Bir müziğin çalındığını fak etti.
-Bu çalan? Hala dinliyoruz. Vay be! Bazı şeyler değişmiyor demek.
-Değişmeyenler olabiliyor.
-İnanılmaz. Bu ev senin, yani benim, yani bizim neyse işte öylemi?
-O dediğinden.
Odanın penceresine yaklaştı dışarıda duran klasik otomobile tekrar baktı gülümsedi.
-Aldık mı yani şu fıstığı?
Olgun adam kahkaha attı. Çok eğleniyor gibiydi. Pencereden dönerek odayı süzdü. Kırk yıl sonraki kendine baktı.
-İyi görünüyorum.
-Teşekkür ederim. Sende öyle.
-Aman Tanrım. Yani aslında her şeyi biliyorsun değil mi?
-Noktasına. Virgülüne kadar. Matrixi bilseydin aslında kaşık yok derdim.
-Bilirim matriks ve determinant. Yok, teşekkürler şeker kullanmıyorum.
Sadece gülümsedi olgun adam.
-Bak gelirken yolda çok düşündüm. Sana neler sormam gerektiğini falan anlıyor musun?
-Bende kırk yıldır düşünüyordum. Ne cevaplar vereceğimi.
-Tamam, işte onu diyorum yani ne soracağımı da biliyorsun o halde değil mi? Madem sen bensin bu seyahati veya bu neyse işte onu yaptın değil mi? Ve dolayısıyla soracağım soruları sen zaten sordun ve cevapları aldın.
-Bir bakıma haklısın.
-O zaman anlat ben sormadan.
-Neden? Belki senin sormanı bekliyorum ve inan bu daha heyecan verici olacak.
-Zamanımız yok biliyorsun. Sen de yaptıysan bu seyahati ki yaptım diyorsun zaten, değiştirdiğin bir şeyler mutlaka oldu. Ve buna rağmen yine de eksikliğini hissettiğin bilgiler de olmuştur. Demek istediğim her durumda benden daha deneyimlisin.
Kırk yıl sonraki kendi, masanın çekmecesinde duran zarfı ucubeden istedi. Ve alıp masanın ortasına koydu.
-Meraklanma bu zarfta her şeyi yazdım senin için. Yüzlerce kez yeniledim yazdıklarımı. Her önemli notları düştüm. O nedenle endişe etmene gerek yok sen sadece konuş.
-Peki öyle diyorsan… Çok hata yaptık mı?
-İnanamayacağın kadar çok.
-Düzeltebileceğim hatalardır umarım.
-Sana ve becerilerine kalmış.
Kahvesinden bir yudum aldı genç adam.
-Pişmanlığımız var mı?
-Saymakla bitmeyebilir.
-Deli misin sen? Nasıl bir hayat yaşadık böyle? Pişmanlıklar, hatalar diyorsun.
Kızmıştı genç adam yerinden kalktı. Odaya bakınıyordu. Birden duraksadı.
-Canını yakanlar oldu mu? Şu veya bu şekilde yani?
-Olmaz mı?
– Hiç merak etme. Gereken neyse yaparım. Gelmem iyi olmuş o halde. Bu kadar çok hata ve pişmanlık varsa not etmişsindir. Demek oluyor ki sen gençken gidip kendini bulduğunda sana yeteri kadar bilgi verilmemiş. Daha ince düşünüp, daha doğru bilgileri hazırladığını duymak istiyorum.
-Zarf o nedenle duruyor. Giderken yanına alacaksın.
-Karın, karımız çocuklarım falan var mı?
-Bunları kendin nasıl olsa göreceksin.
-Bak kusura bakma ama bilge tavırlarına girmen hoşuma gitmiyor.
-Bilge değilim. Zarfı açtığında yapman gerekeni göreceksin.
-Kimseyi yitirdik mi? Ölen oldu mu?
-Vaktinden önce ölen olmadı.
Ne soracağını bilemedi bir an. Madem zarfta yazılıydı alıp gitmeyi geçirdi kafasından. Ucubeyle karşılaşmadan önce keyifsiz olduğunu hatırladı. Ucubeyi kafasıyla işaret ederek konuştu
-Beni nereden aldı hatırlıyor musun?
-Evet elbette. O zaman ki adı Etap Marmara Oteli’ne varmadan hemen önce.
-İyi madem hatırlıyorsun neden gezindiğimi de biliyorsundur.
-Evet biliyorum. Şu yazın tanıştığın kız. Burnunun kenarında izi olan sevimli kız. Ayrılmak zorunda kaldın ve ne yapacağını bilemez haldesin.
-Sevimli mi? Ne sevimlisi? Köpekten bahseder gibisin. Âşıktım ben ona yani sen yani ikimiz işte. Gerçekten incinmiş durumdayım ve üzgün. Hatırladığın bir tek burnunun kenarında olan iz mi?
-Ne gariplik var bunda?
-Saçmalıyorsun. Sen ben değilsin olamazsın. Ben o kızı unutamam.
-Unuttum demedim. Unuttuğum acısıydı.
-Acısını mı unuttun? Aşığım diyorum sana daha nasıl anlatabilirim? Demek bitti gerçekten. Kesinlikle yanılıyorsun.
-Bunun aşk olduğunu sanıyorsun.
-Ne? Ciddi değilim de.
-Ciddiyim.
Madem kendisiydi o halde o da yaşamıştı ve öyle diyorsa haklı olma ihtimali yüzde yüzdü. Gelecekte neler olmuştu?
-Tamam, ne yapmamı öneriyorsun?
-Zarfta her şeyi bulacaksın dedim sana.
İşler umduğu gibi gitmiyordu. Cebinden sigara paketini çıkardı. Sigarasını yakmadan önce kırk yıl sonra ki kendine uzattı. Kırk yıl sonraki kendi, başka sigara çıkarıp yaktı.
-Ekonomik durum ne alemde?
-Aç veya susuz kalmadık.
-Sağlık ile alakalı endişelenmem gerekiyor mu?
-Hayat kalitemizi düşüren sorunlarımız yok. Minik denilen hastalıklar herkesin başına geldiği kadar.
Sigarasından bir nefes alıp zarfa uzandı.
-Şimdi açmak istiyorum.
-Ama açmayacaksın.
-Nirvana ayaklarındasın. Hoşlanmadım kendimden. Kendimden değil de tavırlarından. Ben olsam…
–Evet sen olsan?
-Ben olsam herkesi toplar tanıştırır ve anlatırdım.
Sesi kızgın ve şikâyet eder gibi çıkıyordu.
-Filmin başında finali görmek gibi mi?
-Evet! Aynen öyle. Neleri göreceğimi, neler olacağını anlatırdım sana.
-Kırk yıl sonra sen öyle yaparsın o halde.
-Yaparım emin ol.
Kırk yıl sonraki kendi, saatine baktı.
-Vakit yok. Çağırırdım ama yetişemezler. Üzgünüm.
Odanın içinde dolaşıp detay görebilmeyi umut ediyordu. Gözüne bir dergi ilişti. Eline aldı bakabilir miyim? Sormasına gerek bile kalmadı. Kırk yıl sonraki kendi, kafasını salladı. Sayfaları hızlıca geçiştirdi.
-Sanırım İspanyolca. İngilizceden sonra İspanyolca mı? Öğrendin mi gerçekten?
-Si aprendido.
-Fransızca olsa olmaz mıydı?
-Muy buen espanol.
Gülümsedi önce, sonra içten bir kahkaha attı. Parmaklarını saçlarının içinden geriye doğru gezdirdi. Pencereye yaklaşıp yağmura baktı. Dışarıyı izlerken mırıldandı.
Kırk yıl sonraki kendine yaşadığı anı, düşüncelerini ve duygularını anlattı. Bu muhabbetten ikisi de keyif alıyordu. Zaman gittikçe daralıyordu. Buraya sanki kırk yıl sonraki kendisi onu çağırmış ve konuşturuyor gibiydi. Çok takılmadı bu düşünceye nasıl olsa zarf vardı. Yine de dayanamadı.
-Benim için önemli olan bir konu var. Gerçekten önemli yani yüreğimin bir köşesinde duruyor. Mutlaka gezdim eminim. Bu ülke bile bitmek üzere ama merak ettiğim şey yani nasıl desem. Nereleri gezdiğini sormak değil derdim ama seni en çok etkileyen bir yer oldu mu? Ne kadarını hatırlıyorsun bilmiyorum ama hani belki sonraları etkisini yitirmiş bile olabilir. Yani aslında şuna cevap verebilirsen çok sevinirim. Beklentilerini karşılayan şehir var mı?
-Çok yer gezdim. Ama yine de bir yer dersen sanırım Evet var.
Hayal kırıklığı yaşamıştı. Hemen cevap gelmediğine göre zaman içinde yitirmişti bazı şeyleri. Umutsuzca baktı.
-Neresi söylesene.
Sormasa daha mı iyi olurdu? Hayali ile yaşamak daha iyi olmaz mıydı?
-Neresi söylesene. Bu bir sır değil sanırım. Söylemende sakınca olmasa gerek.
Aptalca bir soru sorduğunu düşündü. Keşke sormasaydı. Şimdi kalkıp saçma sapan bir şehir diyebilirdi. İsmini bile duymadığı bir şehir. Kırk yıl sonraki kendi, önce göz kırptı ve dudaklarını gülmemek için zorlayarak mırıldandı.
-Beyrut!
-Evvvettt! Biliyordum. Biliyordum. Kesinlikle biliyordum. Hey ucube bak bunu çok iyi biliyordum. Aman Tanrım demek boşuna değildi bütün hislerim. Beyrut evet Beyrut.
Yumruklarını sıkmış ne yapacağını bilemez halde dönüp duruyordu.
-Ne zaman gideceğim Beyrut’a? Zarfta bunları da yazdın değil mi?
-Zarfta her şeyi bulacaksın dedim sana değil mi?
-Beyrut! Bir şey söyle Beyrut için hiç olmazsa.
-hmm… “Yaraların sarıldığı yer.”
-O kadar iyi mi?
-Fazlası bile var.
Gidip zarfı tekrar aldı. Eliyle tartıyor gibi yaptı. Oldukça hafif geldi o an.
-Açmak istiyorum. Bu zarf çok hafif hiç hoşuma gitmedi. Nasıl her şey var?
Sigarasını hışımla söndürdü.
-Bak bu zarf boşsa veya bilgece bir tek cümle falan yazıyorsa inan bana seni asla ama asla affetmem.
-Zarf boş değil ve senin temin ederim ki tek bir cümleden oluşmuyor. Her şeyi bulacaksın.
-O halde neden hafif? Bak bir kez daha düşün. Belki unuttuğun veya atladığın bir şey vardır. Kalem! Kalem ister misin? Bak kâğıt da var.
-Hatalar bir birlerini tetikler bilirsin. Bir hatayı ortadan kaldırdığında ona bağlı gelişen bütün hatalar ortadan kalkar. Ben sadece çok çok önemli tavsiyelerde bulundum. Hayati derecede olanları. Bana, diğer anlamda kendine güven lütfen.
-Evi gezebilir miyim?
-Hayır gezemezsin. Kurallar böyle. Detaylardan gelecek hakkında bilgi edinmen yasak.
-Hangi kurallar bu? Kimin kuralları?
-Sirast’ın
-Sirast da kim?
-Senin ucube.
-Adı Sirast mı? Neden söylemedi?
-Sormamış olabilir misin?
Ucube ayağa kalktı. Bu zaman doldu demek oluyordu. Zarfı cebine koydu. Beraber dışarı çıktılar. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Bahçeyi beraber geçtikleri sırada bulutsu anafor biraz ileride tekrar belirdi. Son bir soru için döndü kendine baktı.
-Şu sevimli kız.
Kırk yıl sonraki kendi, iki elini açarak bitti demeye getirmişti.
-Yapma be! Hiç şans yok mu?
-Üzgünüm.
Canı giderayak sıkışmıştı yeniden. Derin bir nefes aldı.
-Her şey bu zarfın içinde değil mi?
-Her şey!
-Bütün önemli şeyler?
-Bütün önemli şeyler.
-Senin hayatını daha iyi yaşamam için her şey?
-Hayatımızı daha iyi yaşamamız için her şey.
-Sana güveniyorum.
-Bende sana.
– Söylemek istediğin bir şey var mı?
-İstanbul’un ve yağmurun tadını çıkar.
-Yağmurun mu?
-Yağmurun. İleride çok seveceksin.
Sirast ve Kırk yıl sonraki kendisi sımsıkı sarıldılar.
-Benim için yaptıklarına ve onu için yapacaklarına minnettarım.
Tereddütleri bitmek bilmiyor gibiydi. Kabanını açıp zarfı parmağıyla tekrar gösterdi.
–Her şey?
-Her şey.
-Eksiksiz her şey?
-Her şey. Eksiksiz.
-Hoşça kal.
-Kırk yıl sonra tekrar görüşürsün. Hoşça kal.
Ucubeyle beraber anaforun içine girip geldikleri gibi döndüler. Aynı sokağa çıkmak üzereydiler. Caddenin ortasında etraflarını sarmalayan su kütlesinin içindeydiler. Zarfı cebinden çıkardı.
-Artık açabilir miyim?
-Elbette… açabilirsin gelecekten… üstelik kendinden… geliyor.
Heyecanla ama özenle açıp içinden kâğıdı çekip yavaşça açtı. Göz bebekleri büyüdü. Ucubeye baktı.
-Çabuk beni götür. Lütfen! Geri götürmelisin beni. Bak yalvarırım götür. Sirast bunu esirgeme benden lütfen olur de.
Sesi titriyordu. Bir elinde kâğıt diğerinde zarf ayaklarını yerden yere vuruyordu. Deliye dönmüş gibiydi. “Bana bunu yapma” diye haykırıyordu. “Söz vermiştin önemli her şey burada yazılı olacaktı? Hani her şeyi yazmıştın? Hani her şey bu zarfın içindeydi? Gözleri dolmuştu ucubeye yardım ister gibi bakıyordu. Dizlerinin üstüne yıkıldı.
-Hiç olmazsa kim, nerede, nasıl diye yazsaydın.
Ucube hırıltılı sesiyle yeniden konuştu.
-Tek bir… cümleden… oluşmuyor demişti. Neler… yazmış merak… ettim. Her… şey ne?
-Tek bir cümle değil derken yalan söylememiş.
Ucubeye doğru kafasıyla beraber kâğıdı da kaldırdı.
-Bir cümle bile değil, tek kelime yazmış.
“AŞK”