Yine kendiyle hesaplaşması için görüş günü gelmişti işte. Oraya gitti. Kendiyle karşılaşacağı yere. Denizin, besbelli ciğerini yakacak olan kokusu burnuna doldu, yakın oturduğu denizde aynaya attığı anlamsız bakışlarından biriyle yansımasına baktı. Sakinleşmesi gerekti, bir an önce sakinleşip kendine dönmeliydi. Çünkü insan kendine dönmekle mükellefti. İyi bilirdi bunu…
Hava içinden daha kasvetli değildi. Zaten bu hava ile hep bir akrabalık hissetmişti. Belki de bir ahbaplık. Gözlerini uzakta hareketsiz duran sandala dikti. O kadar hareketsizdi ki sandal, dokunsa soğukluğunu hissedecekti ölümün. Ölümler görmüştü daha önce, sarsıcı ölümler. Sarsıldığını hissetmişti ölümü hissetmese de. İnsan ölünce yalnızca ölmeyi hissederdi. Bu da bildiği ikinci şeydi. Dindar biri hiç olmamıştı ama dua etmişti hep “Rabbim ellerimi bırakma.” Rabbim “yalnızca senin ellerin beni tutar”. Kızardı bu duadan ötürü, Rab bırakmazdı ki kul istemedikçe, kulunun o aciz ellerini derdi içinden. Derdi de hep böyle dua ederdi işte. Kendini yaratana karşı içinde hep sonsuz bir şükür barındırırdı ama isyan etmediği an yoktu. Neye isyan ediyordu? Ne için isyandı bu? Bu güne kadar da fark etmemişti bunu… Sandala doğru baktı, sandal hareketsizdi. Deniz durgundu içi kadar değil. Durgun denizle de bi’ ahbaplığı vardı çünkü. Hava kararıyordu ve dolu olmayan kayalıklar boşalıyordu yavaştan. “Kederi seviyorsun” demişti babası bir keresinde. Nedense onaylamıştı içinden. O da kederi seviyordu yalan değil. ‘Yaşamak hüzünlü bir şarkı değil mi?’ diyerek gülmüştü. Hayattan beklenti içine girmemişti hiçbir zaman hatta belki hayat ondan beklentiye girmiş olabilir diye rahatsızlanırdı. Çünkü hissederdi bunu. Sanki hayat beklenti içinde olmalıymış gibi öğretilmişti. Yeni doğduğunda bu hayatın senden beklentisi nefes almandır çünkü. Ebeler bir şaplakla elçi olurdu. Omzunda yaşadığı yılların ağırlığını hissediyordu ama ne yaşadığını bilmiyordu. Omuzlarının da beklentisi vardı yükünü taşıtmak gibi hayatın. Kederdi onu yaşama bağlayan ve kederin ağırlığıydı uçup gitmesini önleyen.
“Beni aciz bırakan olaylar yaşamadım Allah’ım, zaten görenler de iman etmediler. Ben kendimi nerede aradım?”
Yalnızken konuşuyordu kendi kendine, çoğu zaman kendisiyle. Gözleri uzaklarda hala sandala bakıyordu, hareketsizdi. Kendi gibi. Hareketsizce…
“Ben yaşadım.” Çok yakından gelen bir ses ayırdı gözlerini sandaldan. Suratına baktığı kişiyi tanımıyordu.
“İman ettin mi?”
“Kendimi aradım.”
Bu ne demekti şimdi anlamadı, sandala döndü, sustu. Sakinleşmeliydi, dokunsalar hissedilmeliydi. Dokunulmazdı yalnız. İnsan asli olarak beden değil ruhtu belki. Belki kaçış fiziksel ise ruh tatmin olmaz, düşünsel ise zaten kaçamazdı. Kendi zihninin içine hapsolmuş, dönüp durmaktaydı kıyıda. Önü alabildiğine mavi ve sonsuz, yani akrabaları.. Zihni dört duvardı.
“Sonsuzluk kafanın içinde” Bakmadı suratına yanındakinin, kafasındaki zindandan ona neydi. Ama susmadı devam etmekte kararlıydı.
“Dört duvardan ancak kapılar inşa edebilirsin. Dış dünyanın yansımasıyla doldurduğun zihnin taklitten ibaret değil mi?”
“Kimsin sen?” Suratına hala bakmıyordu.
“Çıkışı bulamadıkça var olmaklık mümkün değil o dört duvarda. Bedensel varlığın bir şey ifade etmiyor anlayacağın”
Sakinleşeceği yerde sinirlenmeye başlıyordu. Haddini bilmeyen bu insan kimdi ki onun varlığıyla ilgileniyordu ya da yok olmaklığıyla.
“Sen var mısın ki?” Güldü yabancı bu soruya, hatta küçük çaplı kahkaha attı.
“Sen yoksan, neden umursayasın ki başka varlıkları?” Bencilce geldi bu düşünce. İnsan kendisi için var olmamalı diye düşündü. Tam ağzını açıp söyleyecekken yabancı tekrar konuştu;
“İnsan kendisinin bilincine varmadan başkaları için var olamaz.” Açtığı ağzını kapadı bu cümle üzerine. Sinirleri yavaştan gerisin geri giderken, yabancının dediklerini düşünmeye başladı.
“İnsan nasıl taklit olabilir ki?” Rüzgâr hafiften denizi sallandırmaya başlıyordu. İkisi birden sandala bakıyordu şimdi. Birkaç dakika sessizlik çöktü.
“Kendinden kaçmaya çalışıyor, her duvara defalarca tosluyor ve isyan ediyorsun. Kime peki? Cevapsız. Sadece düşünüyor olmak var olmak sanıyorsun, sarsıcı ölümlerin kederinde kendini sallandırıyor ve hiç tutmadığın bir yerden bırakılmamayı umuyorsun. Yaşamanın hüzünlü bir şarkı olduğuna kendini inandırıyor, doğan bir bebeğin mucizesini göremiyorsun.”
Gözleri sandaldan ayrılmıyordu ikisinin de. İşte şimdi üç kişilik bir akraba olmuşlardı. Yabancının her cümlesinde kafasına sertçe vuruluyormuş hissine kapılıyordu. Kendisini bu kadar tanıyanın kim olduğunu düşündü ama bu cümleleri daha önce kimseye sarf etmemişti. Kendi kendinin sırrıydı bunlar. Ya da belki kendine başka bir görüş gününde kulak misafiri olmuştu.
“Sen sadece taklitsin, uğruna ölünmeye değmeyen dünyanın taklidi.”
“İyi de sen kimsin” diye bağırdı, sesi yankılandı denizin sonsuzluğunda. Dalgalar sertçe çarpmaya başlamıştı kıyıya ve sandal da hafiften hareketlenmişti şimdi.
“Biliyorsun”
“Hayır bilmiyorum!” Sesine çaresizlik karışmıştı.
“Yüzleşmiyorsun, hiçbir savaşında sen yoksun. Ne zaman farkına varacaksın?” Bu sert bir tonda söylenmişti.
“Neyin?” Fısıltıya dönmüştü artık sorusu ve yabancıya artık bakmaya cesaret edemiyordu bile. Yabancı da zaten ona bakmıyordu, sandala bakıyordu. Sanki sandalda birleşiyordu gözleri.
“Savaşmak için dönüm noktalarına ihtiyacın olmadığının.”
“Neyle savaşacağımı bilmiyorum ki.” Sessizliğe büründü tekrar ortalık, deniz hariç. Artık karanlıktı tamamen gök. Rüzgar sert esmeye başlamış ve denizin kokusu daha keskin duyulur olmuştu. Sandalda ufacık bir ışık yandı orada olduğunu belli eden. Ama karanlık ışığı yutardı. Bu da bildiği diğer bir şeydi. Dakikalar geçti ama konuşan olmadı. Kafasını çevirip baktığında yabancı gitmişti. Hava yavaştan üşütmeye de başlamıştı ama o üşümeyi seviyordu.
“Neyle savaşacağım” diye kendi kendine yineledi. Ayağa kalktı, rüzgar saçlarını hızla indirip kaldırmaktaydı. Işığa doğru baktı, hızla sallanıyordu. Suratında kararlı bir ifade yerleşmişti denizin aksine. Birden gülümsedi düşünüp de bulamadığı sorunun cevabını bulmuşçasına. Düşünmek diye düşündü olayın komikliğinin farkında olarak, var olmaklık değildi. Yabancı bunu söylemişti. Dört duvarını yokladı zihninde, artık fiziksel olarak da var gibiydiler. Burada çıldırıyordu ve çıkışı hiç aramamıştı. Gülümsemesi daha da yayıldı dudaklarına. Tepinmeyi bıraktı düşünceleri, hayatın hüzünlü şarkısı kulaklarına daha yüksek sesle geliyordu artık. Sonsuzluk kafamın içinde diye geçirdi içinden, var olmak nasıl mümkün? Anahtarı nerede bu sonsuzluğun? Işık hızlanıyordu ve rüzgar daha da sertleşiyordu. Denize doğru eğildi ve yansımasına baktı. Görünmeyen yansımasına sırıttı, belki de kafayı yiyordu ama farkına varmıştı.
“Düşünmek çok tuhaf bir eylem. Hareketsizsin ama aynı zamanda bir şeyler yapmaktasın” dedi karanlıkta görünmeyen yansımasına. Sonra ışığa döndü;
“Beni düşünmeye itmeyecektin kendimi” diye haykırdı ve gülmeye başladı. Gülüşü o kadar acıydı ki, duyulmazdı. Kendinden başkası duyamazdı. Kalbi hızlanıyordu, birkaç mısra sıralandı zihninde müthiş bir iman ağrısıyla ilgili. Yansımasına döndü, “İman ettin mi?” Cevap gelmedi ama o biliyordu. Sustu ve bir kere daha haykırdı.
“Rabbim beni biraz daha bağışla”* . “Biraz daha”. “Bağışla.”
Suya gömdü kendini.
O atladı kalbi yavaşladı, o atladı sandal duraladı, o atladı rüzgâr sakinledi, o atladı deniz durgunlaştı. Sessiz olan kıyı daha da tenhalaştı. Denizin kayalara çarpışı bile suskundu. Gecenin ilerleyen saatlerinde bir ayak sesi yankılandı kayalarda. Işığın tam karşısına geçti ve suya baktı. Su gözlerini ondan hiç ayırmamıştı. Denizin kokusunu en içine çekti, artık sakinleşmişti.
Başka bir görüş gününün şimşekleri çakıyordu şakaklarında… Bekleyecekti…
*İbrahim Tenekeci- Güzel Bıçak