İncesaz – “Bilge”nin Işığındaki Arayış…
“Uzun İnce Bir Yoldayım
Gidiyorum Gündüz Gece
Bilmiyorum Ne Haldeyim
Gidiyorum Gündüz Gece
Dünyaya Geldiğim Anda
Yürüdüm Aynı Zamanda
İki Kapılı Bir Handa
Gidiyorum Gündüz Gece.”
Diyen Âşık Veysel’e selam ve sevgi ile başlayalım söze…
Bu büyük ozanın gönül gözüyle görüp, aşkla coşan dili “uzun ince bir yol” benzetmesiyle bir insanın ömrünü anlatmaktadır bize…“ Dünyaya geldiğim anda, yürüdüm aynı zamanda” ve “ iki kapılı han” sözleriyle ise, doğumla başlamış ve ölümle bitecek olan bu yoldaki konumumuzu, yani yolcu olduğumuzu bildirmek istemiştir…“ Bilmiyorum ne haldeyim, gidiyorum gündüz gece” dizesi “an”da, yani dönülmez zamanda, bilinmez geleceğe gidişi özetler erenlerin “bilgece” deyişiyle…
Üzerinde yaşadığımız bereketli toprakların yetiştirdiği halk ozanlarından biri olan Âşık Veysel’i çocuk yaşımda, siyah beyaz televizyonda izlemiş şanslı kişilerden biriyim. Onun Âli halini, âmâ yüreklerin anlaması ne kadar zor elbette bilirim. Ancak o bizlere, mütevazı tavrı ve duruşuyla mahlûkata duyduğu engin sevgisini aktarmayı başarmıştır. Bu büyük ozanın ehli dilliliğine tanıklık ederken başlamıştır, benim “uzun ince yolum” da bu farkındalıkla…
Daha 9-10 yaşlarında iken, insan denen mucizenin gücüne inanmış ve her insanın bu dünyaya bir görevle geldiği hissine kapılmıştım. Böylece kendi görevimi aramak için uzun ve çetrefil bir yola koyulacaktım…
İnsan hayatının ilk otuz yılı çok hızlı bir koşuşturmacayla geçiyor. Hedefine kitlenmiş füzeler gibi, şuursuz yol alıyoruz. Durmak, dinlenmek, kendine gelmek, nefeslenmek zaman kaybı sayılıyor… Tam güç tırmanılıyor doruklara… Otuz yaş geçmeye ilk yorgunluk hissedilmeye başlandığında, bir nefes alımlık durup bakıyoruz yukarılara, ancak zirve görülmez oluyor. İşte ilk farkındalık böyle başlıyor. O bir nefes alımlık An’da; “Yaşamak nedir?” sorusu takılıyor akıllara…
Varlığını sorgulamaya başlıyor kişi. Neden yaşıyorum, ne için, kim için? Nereye gidiyorum, niye gidiyorum, ne zamana kadar gideceğim?
Sorular diziliyor ardı ardına… Her bir soru bir durak, her durak bir nefes oluyor; önce beyne sonra kalbe dolan… Nefes en iyi öğretmendir nefse… Beyne dolan oksijenle açılan damarlar, farkına varmayı muştular… Çakraları açılan insan anlar niye geldiğini bu dünyaya… Artık, kendi dere yatağına su pompalamak, kendi ürününü üretmek ister uçsuz bucaksız tarlalarda… Hele bir de cesareti varsa, ilk dönemece geldiğinde makas değiştirerek, gittiği yolun yönünü çevirecek hayati kararları alır korkusuzca…
Otuzlu yaşlarımda, ilk dönemecimin hemen başında tanıdım ben de, uzun ince müzikli yolumun yeni yol arkadaşını; İncesaz’ı…
Bir süre sistem dışı kalan ruhum, Rock müziğinin keskin, itaatsiz, başkaldıran seslerinde kurtuluşunu aramaya başlamıştı… Tedavi yöntemini ise elektrogitarın çığlıklarında, baterinin isyankâr ritimlerinde bulmuştu. Bireyin kayboluşuna, hiçe sayılışına dayanamayan biri olarak özgürleşmeye çabalamak, sorunları salt absürd ve nihilist sularda dolaşmakla çözülebileceği zannına sürükleyebiliyordu insanı…
Bir gün yemek yerken bir lokantada, önce kulağıma gelip oradan yüreğime inen nağmelerinde tanıdım incesazı… Sesler o kadar bildik ama bir o kadar da yeniydi… Sevdiğim İstanbul’umun samimi sokaklarında dolaşırken buldum kendimi. İncesaz, evine gelen konuğu özenle ağırlayan nazik ev sahibesi gibi başköşeye buyur etmişti beni… Çeyiz sandığından çıkarttığı antika çeşnileri, kendi elleriyle ördüğü, kullanmaya kıyamadığı dantel ezgilerine katmış, kırk yılın hatırına orta şekerli köpüklü şarkılarını, gümüş tepside sunmuştu adeta bana…
Türk müziğinin vazgeçilmez enstrumanları ud ve klasik kemençeye, çok sevdiğim ve hatta bir ara çalmayı denediğim klasik gitar da eşlik edince, uzaklarda bıraktığım kendimi gördüm, aralanan kapının ucundan… Yabancı sularda gezinen kaptan misali, konakladığım limanlarda çektiğim sıla hasretiyle sızladı burnumun direği… “Bilge” tam da böyle bir “An”da gelip bulmuştu beni…
Gitarın ritmiyle giriyoruz serüvene, udun yumuşak dokunuşları ilk müzik cümlesinin sorusunu sorarken, ezberletiyor ezgiyi bizlere… Klasik kemençenin eşliğinde cevap geliyor… Sonrasında, hiç bilmediğim, ilk kez duyduğum derinlerden gelen bir ses, bir tını… Tanburdur bu tınının adı… Aynı soruyu farklı bir dil ile soruyor, başka bir perdeden ve düet başlıyor… Ardından kendi cevabını veriyor tanbur, yankılanan içsesindeki o eşsiz çarpmaları, o eşsiz motifleriyle yürekten…
Hani insan bir ömür boyu ruh ikizini arar, onu ilk gördüğünde tanır ve “İşte aradığım bu!” der ya… Ben de aradığım tınıyı ilk duyuşla bulmuştum… Tanburun ezelden gelen incesesi, naifliği, zarafeti kulağımda değil suskunluğumda, gönlümün tam orta yerindeydi sanki… Her şeyin bir sonu olduğunu bildirir gibi, nokta gibi, noktayı koyuyordu hayatıma… Yeni bir cümleye başlamak için… Nokta tanburdu… Tanburda ise Murat Aydemir!
Tanbur sazı, daha ilk duyduğumda kendisine beni meftun eden yol arkadaşım olacaktı hayatımın geri kalanında…
İncesazın 1999 yılında çıkan ilk albümüdür bir/ESKİ NİSAN. Cengiz Onural bestesidir “Bilge”. Bu eser ve ona tanburuyla can veren Murat Aydemir, hiç tanımadıkları beni dönemecimde bulup yakalamış, kolumdan tutup ait olduğum güvenli limana doğru çekmişlerdi duygusal anlamda… Böylelikle önce Türk müziğiyle, giderek kendimle yeniden buluşmuş ve barışmış olacaktım…
Bir kış günü, elimde fotoğraf makinam, çocuk ruhumu aramak için yıllarımı geçirdiğim Yedikule’ye gidecektim. “Bilge”nin ezgisinin ışığında, sesler kasetçalar ile kulağımda saklı, duyduğum nağmelerin fotoğrafını çekmek niyetiyle düşecektim yollara… Sokak sokak dolaşarak gördüğüm her çocukta kendi anılarımı arayacaktım, tüten her soba dumanında kestane kokusu alacaktım…
İlk duyduğumda beni, eski evleriyle bezenmiş bu dar sokaklara götürmüştü “Bilge”… Komşu teyzelerin pazar torbalarını taşıdığım zamanlara… Tüp kuyruklarında beklediğim kış soğuğuna, koşar adım eve gelip okul yoluna koyulduğum bostan aralıklarına… Sabah ezanında uyanıp, ilk dersi karanlıkta işlediğimiz uykulu okul yıllarına… Neşeye götürmüştü aynı zamanda, gülecek bir şeyler bulduğumuz sevince ölesiye doyduğumuz çocuk coşkusuna… Aşka sonra, yanan ilk yüreğin ilk kıvılcımlarına… Görmek için yüzünü çekilen onca ıstıraplara…
Müzik öyle evrensel bir dil ki, bir an’da duyduğunuz melodiyle, bir anlık fotoğraf karesini yakalayabilirsiniz… İşte bu yüzden her çektiğim fotoğraf karesi, bir müziğin tınısıdır benim için yalnızca…