Dişimdeki Sancı, Düşümdeki Yabancı

0
96
Dişimdeki Sancı, Düşümdeki Yabancı

Dayanılması imkânsız bir sancıyla uyandım. Uyanır uyanmaz da, “keşke uyanmasaydım” diye mırıldandım.  Bu ağrı, dayanılmaz hale gelen bu sancı, uyanıkken baş edilecek gibi değildi. 20’lik diş diyorlar ama yaşım kaç diye hiç sormuyorlar. Artık unutmaya yüz tuttuğum o güzelim yılları, dişimdeki sancıyla bir kez daha bana hatırlatıyorlar; ama kim veya kimler? Dişimdekiler kim, o mikropların orada ne işi var, neler oluyor bana, niye bana oluyor, sana neden olmuyor kardeşim, sana neden olmuyor?

Tuz koy geçer” demişti bir zamanlar bir dostum. Şimdi o dostum mu, onu da bilmiyorum ama tavsiyesi halen hafızamda kaldığına göre kalkıp bunu uygulamak gerek. Hem kolay hem ucuz ve hem de zahmetsiz. Bir çentik tuzu bastım, ağrıyan dişime veya ağrıdığını sandığım dişime. İnsanın dişi ağrırken hangi dişinin ağrıdığını karıştırması pekâlâ mümkünmüş. Bir dişçi dişime vurarak, “bu ağrıyor mu?” diye sormuştu, ben de “Sadece o değil, hepsi ağrıyor hepsi” diye ağrının şiddetinin derecesini anlatmaya çalışmıştım. Neredeyse bütün çene, bütün bir baş, yüzüm, gözüm, kulağım, dilim, damağım, hatta elim, ayağım, dalağım, böbreğim…

Uyumak güzeldir ama dişin ağrırken uyumak, aynı zamanda bir nimettir, şifadır, ilaçtır, çaredir. Uyumak istiyorum ama sancı uyutmuyor, bir defa uyusam bir daha uyanmayacağımı düşünüyorum. Bunun iyi bir şey olup olmadığını tartışacak zamanım da yok ama ağrının zamanı çok.

Al şu hapı, sancın diner” diye beyaz, yuvarlak ve oldukça büyük bir hap uzattı hiç tanımadığım bir adam. Elimi dişime tutmuştum ama dışarıdan bakınca “bu adamın dişi ağrıyor” intibaını verecek bir durumum da yoktu ama yabancı acımı hissetmişti. Kendisini bana yakın hissetmişti ya da öylesine iyiliksever bir adamdı. Yoksa kadın mıydı, “diş insanı” desem olur muydu ya da en iyisi bir anda karşıma çıktığı için ben ona “düş insanı” diyeyim.

Aslında ağrıyan diş değil” dedi düş insanı olarak bildiğim yabancı. Nasıl değildi, basbayağı dişim ağrıyordu, harbiden dişim ağrıyordu, gerçekten dişim ağrıyordu. İnanmazsa yemin bile edebilirdim, hem de benim gibi boş yere yemin etmeyi sevmeyen birisi.

Diş ağrımaz” diye devam etti, yabancı adam. Dişin içindekileri acıtan mikroplar olurmuş, diş ağrıtan bu mikroplar, girdiği her yeri ağrıtırmış. Onların bir değer yargısı yokmuş, dişin sahibine acıma gibi bir kaygıları da yokmuş. Bu diş bu hale gelene kadar nasıl baktığın, nasıl büyüttüğünün de önemi yokmuş. Dişin gibi baktığın zaten belliymiş ama bazı insanlar, düşmanın yapmadığını yaparmış dişine, başına, kalbine, ayağına, eline…

Senin bir suçun yok” diye devam ederek, içimi ferahlattı yabancı adam ya da düş insanı. Dişimin ağrısı, benim ihmalim nedeniyle değilmiş. Ben bu konuda çok iyi bir örnekmişim. Her gün dişimi fırçalarmışım, hatta üç öğün, yetmezse ara öğünlerde de fırçalarmışım. Peki bu yabancı adam veya kadın beni nasıl bu kadar iyi tanıyordu, bu iş insanı mı, düş insanı mı olduğu belli olmayacak kadar yabancı olan adam, banyoma kadar girip, fırçaladığım dişlerin çetelesini mi tutuyordu, ne yapıyordu?

Çetelesini tutmuyorum” dedi yabancı adam, içimden geçenleri okur gibi. Yüzüme baktığında anlıyormuş. Öyle böyle değil, yüzüme baktığında hangi organıma nasıl baktığımı, onlara nasıl davrandığımı görebilecek bir yeteneğe sahipmiş. Karaciğerim, akciğerim, dalağım, böbreğim ve kalp gibi en hayati organlarım da, hiç önemsemediğim veya aklıma gelmeyen organlarım konusunda da nerede yanlış yaptığımı, nasıl doğru yaptığımı bilecek kadar bilgi ve birikime sahipmiş.

Şaşırmadığımı söylesem okurlarım şaşıracak iyi biliyorum. Ben de sizi daha fazla şaşkınlığa uğratmamak için şaşırdığımı söyleyerek işin içinden çıkacaktım ki, “şaşırma!” diye gür bir ses duyuldu, deminden beri sakin sakin konuşan yabancıdan.

Çünkü” diye devam etti düş insanı, “İnsan vücudu bir saat gibidir. Hiçbir sorun yokken tıkır tıkır işler. Sorun olmaya başladığında ise bu tıkır tıkır, patır kütüre kadar dönebilir” dedi. Benzetmesi hoşuma gitti, gülümsedim. “Bak” dedi yabancı adam, “nerede ve neden güleceğini bilecek bir mekanizmaya sahipsin

Bu övgü müydü, vücudumuzun doğal tepkilerini ortaya koymak mıydı bilmiyorum. “Övgü sana değil” dedi, yine içimden geçeni okuyan yabancı adam ve devam etti; “İnsan vücudu, yaratanın bir eseridir. Kusursuz bir sanat harikasıdır. Ancak sizler o sanat harikasına karşı, sanat düşmanı gibi davranıyorsunuz.”

Yabancı adam veya yabancı kadın ya da yabancı insan, sizli bizli konuşmaya başladığına göre, kendisi bu kategoriye girmediğini belirtmeye çalışıyordur.

Dişi yabana atmıyordum, halen de atmıyorum ama o sancının içinde yüklendiğimde yerinden çıkacağını bilsem bütün dişlerimi sökerdim. Bana acı veren organ, benim organ olamazdı. Vücudumun bir parçası olan, öyle bildiğim, aslında öyle de duran bir organ, bütün diğer organların huzurunu kaçıramazdı. Kendinin de ait olduğu bedene zarar veremezdi. Kendi bedenine ihanet eden organ, organ bile sayılmazdı. Sökeceksin kökünden, atacaksın uzaklara. Öyle bir uzağa atacaksın ki, yolu bilip geri dönmeyecek.

Atma” diye bağırdı yabancı adam ya da yabancı kadın belki de yabancı insan, hani neyse ne işte o. Sonra devam etti; “Sana ait olan, senden bir parça olan organı hemen çekip atma, belki tedavi olur, belki hatasını kabullenir, belki hastalığının farkına varır.

Yine olmazsa” diyecektim ki, düşüncelerimi okuyan yabancı, dilime gelmeden cümleyi yakaladı, soru şeklinde döndürdü ve cevabı yapıştırdı; “İşte o zaman acımayacaksın, kökünden söküp atacaksın. Canın yansa da, daha çok acı çeksen de, senden olanın seni harap etmesine izin vermeyeceksin.”

Konuşmak hoş ama benim dişim ağrıyor, dişimle birlikte düşüm de ağrıyor, her yerim, bütün hafızam, varsa zekâm, bulunuyorsa aklım, değer yargılarım, bilgim, birikimim, kültürüm. Hâsılı bana ait olan veya bana ait bildiğim her şey ağrıyor, zonkluyor, beni sarsıyor, bitap düşürüyordu. Düşümdeki yabancı ise diş ağrımı unutacağıma inandığı konuşmalarla beni meşgul ediyordu.

Sirke koy” demişti bir başka dostum. Ne zaman dostumdu, neden şimdi dost görünmüyor onu bilmiyorum, doğrusu adını da hatırlamıyorum, simasını da. Sirke dediğini iyi biliyorum. Mutfağa yöneldim, sirke şişesini bularak kapağını açtım, azıcık kapağına doldurup ağzıma koydum, çalkaladım. Ağrı devam ediyordu, zaten hemen nüfus etmesi beklenemezdi. Birazdan ağrı diner umuduyla beklemeye başladım. Düşümdeki yabancı “Bekle..” dedi, sonra devam etti, “..bekle ama çok da umutlanma. İlaç diye yuttuğunuz neler size zehir oldu, onu hatırla. Size ilaç diye sunulanı sorgulamadan aldığınız müddetçe daha çok beklersin, bekle

Bu yabancı asabımı bozmaya çalışıyordu, zaten sağlam bir asabımın olduğu da söylenemezdi. Ne kadar varsa dişimin ağrısı bozmuştu, asap masap, kasap kalmamıştı.

Devam etti düşümdeki yabancı, “Siz şımartıyorsunuz, yüz veriyorsunuz, sonra da ‘niye tepeme bindi’ diye şikâyet ediyorsunuz” diye neyi neden söylediğini anlamadığım bir şeyler söyledi. Biz kimi şımartıyorduk ki, tepemize çıkan kimdi, neden tepemizden inmiyordu… Sorular… Sorular dişimi daha çok ağrıtan sorular…

Düşümdeki yabancı sorularıma cevap vermeden buhar olup uçtu, duman olup dağıldı, bir anda kaçtı, kaçtığını da gören olmadı.

Dişimdeki sancı sürüyor, düşümdeki yabancıdan haber yok.

Siz gördünüz mü?

PAYLAŞ
Önceki İçerikNo Problem, Rutin Şeyler
Sonraki İçerikZyxel
Naif Karabatak
1964 Adıyaman doğumluyum, İstanbul’da yaşıyorum. Gazeteciliğe 1979 yılında, yazarlığa 2000 yılında başladım. Birçok yerel ve ulusal gazetede köşe yazısı yazdım, söyleşi yaptım, genel yayın yönetmenliği görevinde bulundum. Şiir, deneme, öykü çalışmam var. Bir hikâyem uzun metrajlı film, bir hikâyem kısa metrajlı film olarak çekildi, birkaç hikâyem de tiyatroya uyarlandı. Yayınlanmış bir mizahi kitabım var ve ben daha çok mizahi öykü yazmayı seviyorum, yaşayamadığımdan olmalı!