Beden zaman ve mekanla sınırlı bir yaratık, ruh ise zaman ve mekan ile sınırlandırılmayan bir varlıktır. Bir çok inanışa göre ölümsüz olduğuna inanılan ruh, enkarne olmadan (ete bürünmeden) önce aslında bir seyyahtır. Bu bağlamda ruh aslında bedene sıkışıp kalmakta, özgür olamamaktadır.
Uyku yani yarı ölüm hali ruhu hapsolduğu yerden geçici bir süreliğine de olsa kurtarır ve ona hürriyetini verir. Bu süre zarfında ruh hapsolduğu bedenle gidemediği yerlere gidip, göremeyeceği insanlara kavuşur ve uyanınca her şey bitiverir. Yaşamla ölüm arasındaki incecik çizgi aynı zamanda beden ve ruh arasındadır. Ruh asidir… Bedene darılıp darılıp onu bırakıp gitmek ister fakat çoğu düşünceler bu yöndedir ki; Ruh Hakk’ın emriyle tutsağımızdır, özgürlüğü emrolunmadan bedenden bütünüyle kurtulamaz.
Kişinin bir çok zaman olduğu yerde mutlu olmadığını hissetmesinin sebebi ruhun beyni etkilemesinden kaynaklanır. Ruh amansız bir hasret ve çare bulunmaz bir acı içindedir, çünkü beden ve bu hayal alemi onun gerçekliğine uygun değildir.
Beden ile sınırlı dünyasına hapsolan ruh, kendisini bütünsellikten ayrı bir varlık olarak kabullendiğinden, evrensel sisteme ayak uyduramamakta farkında olmadan kendisini mükemmel işleyen büyük parçanın muhatap alanı dışına atmaktadır. Geçici olarak konakladığı bedende ruhun sistemin akışına teslim olması, bir bütünün parçası olduğunu kabullenmesi gerekir. Bu da şuursal olarak kişinin dirilmesiyle mümkün olabilir.
İşte böyle bir sistemde ruhun parça bütün ilişkisini anlamlandırmaya çalışırken bir serüvene kapılıp şuurun diriliş sancısını yaşıyoruz…
Okuyunca bi mantikli geldi.
🙂