İlk bölümdeki incelemeler aklınızda soru işaretleri oluşturduysa, günümüzde en büyük silahımız haline gelen interneti kullanarak daha geniş araştırmalar yapabilir ve bu konularda kaleme alınmış pek çok makale okuyabilirsiniz. İleride bahsedeceğim “referans fikir” kavramına göre bunu yapmanız, belirteceğim kaynakça bölümünden çok daha faydalı olacaktır. Bu bölümden itibaren sıkça bahsedeceğim “hikâye” kavramıyla anlatmak istediğim esasen şudur. İlk bölümde, dışarıdan gelen tüm etkilerin çevresel yorumlarla davranışa, geleneğe, kararlara, eylemlere dönüşmesini ifade ettiğim eğitim kavramının bireyin hayatının tümüne yayılmasını “hikâye” kavramıyla ele almak istiyorum.
Farklı toplumlara ait bireylerin hikâyeleri (hayatları) arasındaki ayrım ve olası tüm çatışmalar, kaynağını algı çeşitliliğinde bulmakta. Beynimizde, çoğunlukla toplumsal uyarımlar sırasında aktif olan “medial prefrontal korteks” isimli bir bölüm var. Bu bölüm, başka insanlarla etkileşime girdiğimizde ya da başka insanları düşündüğümüzde aktif hale geçen, ilgimizi cansız maddelere yönelttiğimizde ise etkinlik göstermeyen bir bölgedir. Bu noktada sormamız gereken esas soru şudur. Medial prefrontal korteks, görsel ya da işitsel uyaranlarla insanları belirli toplumsal görüşlere yapay olarak uyarlayabilir mi? Bu soruya cevap vermek için pek çok deney yapıldığını ve elde edilen sonuçların yönetilenler üzerinde istenilen sonuçları almak için kullanıldığını hatırlatmak isterim. Günümüzde pek çok medya organı, bu gibi çalışmaların sonuçlarını gözeterek istedikleri başarıları elde edebilmiştir. Bu bakımdan, kendi gerçek hikâyenizi tanımanız ve bu gibi yönlendirmeler karşısında kendi önlemlerinizi almanız, birey olarak sizleri siyasi sistemlerin ağından kurtarabilir. Sizi siz yapan şeyler, size şu ya da bu şekilde benimsettirilmiş düşünceler değil, kendi beyin hücrelerinizin oluşturduğu etkileşimlerdir. Bu girizgah aslında, bu gerçeğe sizleri ısındırmak içindi.
- Bölüm: Yönetme Yöntemi
Kimseyi incitmek istemem, ancak sol ve sağ olarak ikiye bölünme ve bu kavramlarla aidiyet kurma ihtiyacı bende artık en ufak bir his uyandırmıyor. Sosyal medya veya belli görüşlere ait kanalların sıkça pompaladığı demagojik söylemler, insanları “ılımlı rekabet ortamı”ndan hızla uzaklaştırıyor ve üstelik, çeşitli çatışma ortamlarına sürüklüyor. Bu gözlemlerime ilişkin olarak daha sağlam bir kanıt isterseniz, her şeyin atası kabul edilen ana sisteme, yani evrene bakmanızı önerebilirim.
Evrendeki tüm “ürünler” (atomlar ve atom altı parçacıklar), belirli birtakım kimyasal tepkimeler ve fiziksel etkileşimlerle ilerlemek zorundadır. Bunlara örnek olarak kütle çekim yasası, entropi ve evrim gibi alt başlıkları vermek mümkündür. Bu tepkime ve etkileşimler, “ürünün algı genişliği”yle doğru orantılı olarak ilerlemekte. Evrenin kaotik olan ilk dönemlerinde, hidrojen ve helyumdan oluşan bir atomik çorba vardı. İlkel atomlar yeni bileşenleri oluştururken, tamamen çevresel şartlara bağlı olarak yeni yöntemler ortaya çıktı. Kütle çekim yasasıyla hareket etmesi zorunlu kılınan madde, atomik çorbanın yıldızlara dönüşümüyle nükleer füzyonu yarattı ve madde üretimi, önüne geçilmesi zor olan bir eşiğe geldi.
Nükleer füzyon, yıldız çekirdeklerindeki aşırı kütle çekimi ve bu etkinin sonucu olan enerjinin tümüyle birlikte, atomları farklı davranmaya iten bir fırındır. Bu fırındaki çevresel anormaliler, eski çevresinde hidrojen atomu olma becerisi edinen atom altı parçacıkların bu yeni ortamda karbon, oksijen, azot, altın gibi elementler olarak yeni beceriler kazanmasını sağladı. Bunun sonucunda madde, kendi gelişim sistemini belirleme şansı yakaladı. Kendi davranışlarının yaratıcısı olan madde, bu becerisinin ihtişamı karşısında büyülenmiş ve kendisine bir tasarımcı yakıştırmış; algı spektrumunun dışında kalan bilinci yaratmıştır. Bu hikâyede elbette, tanrıcı algı spektrumuna sahip bireylerin hikâyelerinde olanın aksine, tanrıya ihtiyaç kalmıyor. Bu yorum farklılığı, ileride deyineceğim siyasi fikirlerin temelindeki yorum farklılıklarına örnek teşkil etmektedir.
Peki, gerçek nedir? “Bilmiyoruz!” demekle rakip sistemin güçlenmesine katkı sağlayacaklarını bilmeselerdi bilim insanları bu soruya kesinlikle “Bilmiyoruz!” yanıtını verirdi. Gelişim ipleri, şu anda meydanı teist sistemlere terk etmek istemeyen ve yanlışlanması zor olan teorilerle kendi hikâyesini geleceğe kabul ettiren bilimin elinde. Ancak, gözden kaçırdıkları bir trajedi olasılığı var. Tarihe yön veren liderler de kontrolsüz yoruma dayalı hikâyelerin hüküm sürdüğü bir toplum yaratmıştı. Bu toplum, bugün tüm aydınların korktuğu, radikal siyasi fikirlere ve bitmesi mümkün görünmeyen bir savaşa mahkum durumda. Ne ilginçtir ki bilinç, aynı hatayı eskiden din olgusuyla yaparken, şimdi de dinin karşısındaki bilimle tekrarlıyor. Bu da bize, tanrı tanımaz sistemler karşısında tanrıcı sistemlerin gelecekte muhtemel bir zafer kazanacağını gösteriyor. Popülerleşen “simülasyon teorisi”ni hatırlayın; “Biz, akıllı etkilerin ürettiği bir teknolojiyiz.” Belki de Nietzsche’nin işaret ettiği nihilizm korkusu karşısında insanoğlu, “Tanrı var!” iddiasına daha modern bir dille sarılacak. Tipik bir geriye itilmişin çıkıp gelişi durumu yani.
Bigbang ve benzeri teorilerin hepsi aslında, algı spektrumumuzun ürettiği yorumlardır. Bu iddiam, Bigbang teorisine duyduğum güvensizlikten ziyade, çekimserliğimin bir sonucudur. Bu gibi tüm keşiflerimiz ve fazlasını bilme arzumuz, bizi kontrolsüz teorilerin, kişisel ve siyasi sistemlerin güdümüne sokacaktır. Bu tür keşif ve arzuları kontrol altına alamamak, iktidar sistemlerinin toplumsal kırılmalarda geriye itilmesine ve muhalif sistemlere yönelmeye yol açacaktır. Toplumsal yönetim sistemlerini incelemeye geçmeden önce, evren sisteminden toplum sistemine uyarlayacağım ve “kitlesel füzyon” olarak adlandıracağım bir konudan bahsetmek istiyorum. Kitlesel füzyon, iktidar sistemleri tarafından başta medya olmak üzere tüm iktidar aygıtlarıyla halkı planlı davranmaya iten bir fırındır. Bu fırında birer ürün olan bireyler de tıpkı atomik çorba gibi, yeni düşünsel beceriler kazanıyor. Bu beceriler, iktidar sisteminden sonra gelen sistemlere tamamen kapalı kalmakta. Yukarıda bahsettiğim olgulardan biri olan algı spektrumu tanımımı aklınızda tutmalısınız ki, evrenin ayrılmaz gördüğüm yöntemleri beyninizle bir anlaşmazlığa düşmesin.
Herhangi bir epileptik hastalığa yakalanmamış tüm bireylerin algı spektrumları ortaktır. Görsel, işitsel, tatsal algılarımızın dışına çıkmamız, teknoloji olmaksızın mümkün değildir. Görsel açıdan örneğin, mor ötesi ve kızıl ötesi ışımaların gözlerimiz tarafından asla tespit edilememesi, algı spektrumumuz nedeniyledir. Görebildiğimiz şeyler, evreni oluşturan şeylerin trilyonda biri kadardır. Tıpkı yenilmemesi gereken zehirli mantarların rengini seçebilmek üzere duyu yöntemi üreten bir memeli gibi, insanlar da bu yönde geliştirdiği duyu yöntemlerinin dışında kalan imgeleri yoruma bağlı bir hikâyeye dönüştürmektedir. Bu spektrumun sınırlarını zorlayıp genişletmek isteyen bilimin bu spektruma razı olan yaratılışçılarla olan mücadeleleri, bugün dünya siyasetinin temelini oluşturan söylemlere yön veriyor. Bu söylemler, bizleri en az ikiye bölünmüş karşıt topluluklar haline getiriyor. Üstelik, karşı karşıya gelen sistemlere bağlı bireylerin siyasi algı spektrumları da farklı oluyor. Bu noktada anlaşabilmek, geleceği oluşturan toplumlara bu hikâyelerin yan etkilerini yönetebilme gücü verecektir. Toplum bu güçle, farklı sistemler içinde ılımlı çatışabilen bireylerden oluşacaktır. Unutmayın ki, karmaşık tek bir hikâyeye dayanan ve muhalifleri içinde barındırmayan sistemler, toplumların hızlı çöküşlerine yol açar. Gelişimi tetikleyen şey, muhalifin (itirazcının) ta kendisidir. Burada beni rahatlatan şey, hiçbir gücün muhalifi yok edemeyecek olmasıdır. Çünkü toplumsal muhalefet, bireysel muhalefetin mimarı olan beynin yöntemidir. Bu yöntem, milyarlarca yıllık evrimsel bir geçmişe sahiptir. Buradaki ilkel içgüdü, iktidar olmak isteyen bireyin bu uğurda, mevcut sistemin açıklarını aramasıdır. Mühim olan, “doğru olan”ın değil, “bireye ait olan”ın kabulüdür. Bu durum, tüm gruplara eşit rekabet ortamları sağlamakta.
Toplum ve siyaset alanlarında muhalifler genelde ılımlıdır. Aslında bu durum, kendi güçsüzlüklerinin farkındalığıyla da ilgilidir biraz. Yeterli güce ulaştığını hisseden her muhalif sistem, tarihte de sıkça tanık olunduğu üzere, kasti olarak cehalete hapsedilen bireylerle birlikte bastırılmış olan “eylemli rekabet” seçeneğine başvurur. İktidar seçiminiz, demokrat ya da anti-demokrat olsun, her sistem sonunda bir tek birey tarafından yönetilen bir sistem haline gelecektir. Bu tek bireyin bu noktadaki sistematikliği ve hikâyeye yüklediği anlamlar, kitlenin hikâyesiyle ne kadar örtüşürse, o da kendi amacına o denli hızlı ulaşacaktır. Kendi döneminde “tek adam” olmaktan başka bir seçeneği bulunmayan sol severlerin, bugün kendi anti-tezleri olan sağ sistem liderine yakıştırdığı “diktatör” söylemi ne komik değil mi? Peki ya bu sistemdeki kurbanların, sağ sisteme yakıştırdığı “diktatör” tanımına ne demeli? Körler sağırlar, birbirini ağırlar! En azından, siyasi algı spektrumu tuzağına düşmüş bireyler tanımı, teşhis için isabetli olacaktır.
Facebook, Twitter ya da diğer sosyal medya hesaplarınızdaki arkadaşlarınızın çoğu sizinle aynı siyasi görüşte mi? En azından, azınlıktaki muhalifleri ana sayfada görmeme ayarlarıyla kendinizi mi rahatlatıyorsunuz? Muhaliflerinize bağlı olası çıkarlarınız, muhaliflerinizi arkadaş listenizden tamamen silmeye engel mi yoksa? Her gün aynı gazeteyi okuyup her akşam aynı kanalın ana haberlerini mi izliyorsunuz? Sizinle benzer siyasi görüşteki kitlelerin demokratik eylemlerine katılıyor, size karşıt olan kitlelerin eylemlerine; örneğin başörtüsü yasağını protesto eylemlerine destek oluyor musunuz? Hatta bu eylemin, sizin siyasi sisteminiz için tehlike arz ettiğine mi inanıyorsunuz? Tebrikler! Siyasi algı spektrumu darlığı çekiyorsunuz. Bu algı bir kanser gibi tüm vücudunuza yayılacak ve nefretiniz günden güne büyüyecek. Bu değişim, geriye dönüşü zor olan sonuçlarla sizin tarafınızdan çocuklarınıza aktarılacak ve gelecek toplumlar sıcak çatışmalara daha fazla maruz kalacak.
Tek bir renkle güzel bir resim yapabilir misiniz? Tek bir kelimeyle güzel bir şiir yazabilir misiniz? Peki ya, tek bir siyasi görüşle, güzel bir toplum inşa edebilir misiniz? Bu sorulara cevabınız hayırsa, teşhisi kavramış ve siyasi algı spektrumunuz için iyi bir şeyler yapmayı kabul etmişsiniz demektir. Oysa ben, siyasi sistemlerin doğru ya da yanlış olarak değil, faydalı ya da faydasız olarak değerlendirilmesini savunuyorum. Başka deyişle, bir toplum için demokrasinin faydalı olabileceğini; başka bir toplum içinse “tek adam”a bağlı sistemlerin faydalı olabileceğini düşünüyorum. Bu düşüncem, şu anda bu yazılanları hangi sisteme bağlı hikâyelerle değerlendirdiğinizden bağımsızdır. Benim düşüncem, gelecek nesillerin sıcak çatışmalardan uzak tutma amacını öncelemekte. Çatışmaları asla sona ermemesi gereken siyasi toplumlar, sıcak çatışmalarla geriye gider ya da yerinde sayar. Olasılıklardan biri tabii ki II. Dünya Savaşı sırasındaki sıcak çatışmalar olabilir. Bu çatışmalar ve askeri alanlarda yapılan nükleer bomba denemeleri sonucunda bugün birileri Mars’a gidebiliyor. Elbette ki gelecek bizi bu aşamaya öyle ya da böyle getirecekti. Yani bu olasılığı göz ardı edebilir ve mantıksal bağlamda, sıcak çatışma seçeneğinin minimalize edilmesi için düşünce deneyleri gerçekleştirebiliriz. Peki, bana “tek adam”lığın olası tek yön olduğunu gösteren nedir?
Kendisine oldukça korunaklı bir sığınak inşa eden beynin çalışma mantığı karmaşıkken, oluşum yöntemi oldukça basittir. Bizi ilgilendiren şekliyle beyin ve sinir sistemi oluşumu, embriyo döneminde özelleşmiş beyin hücrelerinin kodlanmış olduğu biçimde, beyni oluşturacak bölgeye hareket etmesiyle gerçekleşir. Sinir sistemi, diğer tüm hücrelerin oluşturduğu vücut sistemine bağlanır ve gelişim süreci bu şekilde devam eder. Bu süreç, embriyo döneminin yaklaşık 3. haftasında başlar ve tüm hayat boyunca azalarak devam eder. Ancak bir yanılgı olarak, nöron sayısının beyin potansiyeli için çok da fazla önem taşımadığını bilmek gerekir. Potansiyel, nöronların birbiriyle iletişim kurmak için kendi aralarında atacağı köprülerde saklıdır. Bu köprülere “sinaps” diyoruz. İnsanın dili, sanatı gibi, nöronların da iletişim yöntemleri bu sinapslardır. Çeşitli kimyasal iletiler, ayrı ayrı her hareket, duygu ve düşünceleri oluşturabilir. Sinaps ve kimyasal ileti kavramlarında dikkatinizi çekmesi gereken nokta iletişimdir. Bu iletişim, verilerin alıcı ve verici arasındaki hareketi ve yorumlanması koşuluyla sağlanır. Madde için, beyin için, birey için, toplum için ve her şey için iletişim budur.
“Ben” olarak hissedilen şey tek olduğu sürece birey topluma adapte olabilirken, kişilik bölünmesine yol açan akıl hastalıkları, bozulan birey sistemini toplum sistemine uyarlamaktan alıkoyar. Yani belki de beyin diktatördür. Ancak bu açıklama, son zamanlardaki çalışmalarla yerle bir edilebilir. Beyin, sayıları on milyarları bulan nöronların birliğinden oluşan kararlar ve bu kararları onaylayan “sonuç mekanizması” sistemidir. Yani belki de beyin demokrattır… Ama bir dakika! Sinir sistemiyle diğer hücre gruplarına dikte edilen yönetimin tek bir yerde toplanması durumu, beynin kendi içinde demokrat yöntemler belirlemesi durumuyla çarpışır ve en doğru tanım, her ikisi birden olur; hem diktatör, hem demokrat! Dikte durumu, kendi sistemi içinde kalan bölüme değil, kendi sistemi dışında kalan bölüme dayatılırken kendi içinde demokrasiden ödün vermeyen bir sistemle baş başa kalırız. Sonuç olarak, toplumda süregelen demokrasi ve tek adamlık gibi siyasi sistemler, bire bir olarak beyin yöntemlerinde temelini bulur. Bunu soyut bir durum olarak değil, somut bir gerçeklik olarak ifade etmek istiyorum. Aynı sistemdeki bireylerin kendi içinde demokrasi modeli sağlıklı kalırken, farklı sistemlerde birbirine zıt sistemler demokrasiden nefret edecektir. Bu kaçınılmazdır!
Siyasi tanımı itibariyle demokrasi, gücünü çok seslilikten alan ve bu çok sesliliği toplumların gelişimi vizyonuyla işleyen yönetim biçimidir. Aynı demokrasi, uygulanması itibariyle gücünü saplantılı ideolojilerden alan, kendi ideolojisiyle muhaliflerini güçlü bir biçimde geriye doğru bastıran ve iktidarını kendi ideolojisini sonsuz kılma vizyonuyla sertçe savuran, itiraz edenlere ise trajikomik biçimde sandık yolunu gösteren bir yönetim sistemidir. Eminim ki şu anda, gelişmiş Avrupa ülkelerinde durumun böyle olmadığına dair görüşler üretiyorsunuz.Yanılıyorsunuz. En modern bireylerden oluşan, en kültürlü toplumlarla ünlenen, en kusursuz demokrasi modelleriyle yönetilen ülkeler dahi şu anki refah dönemlerini bir önceki bastırma aşamasına borçludur. Kapitalizmin olanakları ve başarısız diğer toplumlara uygulanan sömürgecilik, başarılı toplumlara oyalanacakları Iphone 7 Plus’lar verirken yöneticiler, kitleyi modernize edilmiş bir illüzyonla bastırmaktadır. Fakat bu bastırma aşamasının yönteminden ziyade kendisiyle ilgilendiğimizi göz önünde bulundurmanızı istiyorum.
Ortaçağ’da Kilise’ye ait olan otorite ve bu otoritenin Avrupa’yı sürüklediği uçurumdan sonra akıllı liderler, yüzyıllar boyunca dini yönetim ve sağcılık fikrini çeşitli yöntemlerle geriye doğru bastırdı. Gerek teknoloji ve peşinden gelen kapitalizm, gerek uzay çağı ve insanların yaşadıkları, dünyanın evrendeki bir toz zerresi olduğu gerçeğiyle yüzleşilmesini sağladı ve dünya toplumu, sınırların aşamalı olarak kaldırıldığı yeni bir siyasi düzene doğru evrim geçirdi. Avrupa Birliği ve NATO gibi kurumlar, bu geçiş sürecinin dinamiklerindendi. Dini ya da sağcı yönetimin eskimişliğini kavrayıp bunu kapitalizmle yönetmeyi reddeden ülkelerle II. Dünya Savaşı’na sürüklenen Avrupa, bu fikirlerin eylemci muhaliflerini yok etti ve Ortadoğu ile Asya toplumlarının bir adım önüne geçti. Artık sırada, sol fikri kavrayamayan toplumlar ve bu toplumların kademeli olarak ortak havuza katılması vardır. Beyinlere verilen mesaj çok nettir. Bu yöntemin dışında kalan her toplum, savaş ve acı içinde kıvranacaktır. Bu mesajı alan, ancak uygulama kısmında dini yönetim ve sağ görüşten kopamayan toplumlar hızla anti-tezler üretmiş ve beceremediği yeni nesil yönetim biçimini “şeytanlaştırmıştır”! Bu aşama, devamında gelen emperyalist tacizlerle büyümüş ve sağcılık akımı kendi içinde birleşme yoluna gitmiştir. Bugün, bu yeni solcu, kapitalist ve demokrat fikrin ilk kurbanlarından olan Rusya, yakın geçmişteki savaşın da etkisiyle sağcı görüşlerle birlikte dini yönetim fikrinden de kopamayan Ortadoğu ülkeleriyle birlikte bu yeni fikrin karşısına dikilmiştir. Yaşadığımız bu kaotik dönem, toplumları oluşturan bireylerin değil, toplumların benimsediği fikirlerin çatışması dönemidir.
O halde, şunu sormamız gerekiyor. İnsanların yarattığı fikirler, insanları yok edebilir mi? İşlemesi zorunlu olan doğal seçilim kavramını yalnızca biyolojide arayan kişiler için cevapsız kalacaktır bu soru. Benim cevabım şudur. Doğal seçilimi toplumdan siyasete taşıyan insanlar, kurmuş olduğu başarılı sistemlere ayak uyduramayan toplumların fikirlerini yok etme güdüsündedir. Bu güdü, tıpkı en yavaş koşan ceylanların av olması gibi, gelişime en az ayak uyduran toplumları da av haline getirmiştir. Beyinlerinin derinliklerinde, bu bastırılmış yöntemin yeniden çıkıp gelmesinin an meselesi olduğunu bilmeyen bireylerin oluşturduğu toplumlar, modern yok etme teknikleriyle çok sert bir biçimde saldıracaktır. Burada en önemli nokta, bu güdünün siyasi alanda asla kalıcı bir başarı getirmeyeceğidir.
Özetlemek gerekirse; bu örneklerdeki bileşenler aslında basittir; dini yönetimden ve sağcılıktan dolayı uzunca süredir acı çekmiş bir toplum, bu aşamada geliştirilen yeni, solcu ve demokrat sistem, bu sistemin toplumda hızlıca kabul görmesi (toplum bu aşamada, geçmiş dönemlerde başına gelen felaketleri yöneticilerden ziyade sistemin kendisine mâl eder), yeni sisteme gelen itirazlar (bu itirazlar, yeni sistemin liderlerinin geriye bastırdığı argümanlardır), iki sistemin çatışması, kazanan sistemin arta kalan eski sistem argümanlarını geriye bastırma aşamasına tam olarak odaklanması, geriye bastırma aşamasındaki zor kullanma ve gerekirse yok etme süreci, geriye bastırılması gereken fikir ve sistemlerden kopamayan toplumların toparlanması (kazanmış olan sisteme muhalif toplumsal kesimlerin anti-tez oluşturması), oluşturulan anti-tezlerle daha fazla birey toplamak ve şeytanlaştırılan tezlere karşı yürütülen acımasız propagandalar, geriye itilenin yeniden çıkıp gelme denemesi (ki bu denemeler sonsuzdur), mevcut sistemin yeniden zaferi veya yeni bir kaybeden, yeni bir kazanan ve yeni bir geriye itiş dönemi.
Bu konulara eklenmesi gereken küçük ayrıntılar da mevcuttur; geriye itilen fikirlerden arınamamış toplumların şeytanlaştırdıkları sisteme karşı gerçekleştirdikleri terör eylemleri, daha ılımlı bireylerin iletişim yoluyla denediği bireysel soğutma ve caydırma denemeleri, mensup olduğu iktidar sisteminin gücüne rağmen geriye itilen sistemler içinde acı çeken kişileri göz ardı edemeyen empati sahipleri, vb… Toplumlar, işte bu denklem içinde devir daim yapan ikili sistemler arasındadır. Arada kalan dönemler, iktidar sistemlerini üreten toplumlarda refah yaratır. Bu toplumlar geleceğe yön verir ve yaşadıkları acılar, iktidar sisteminin dışında kalan toplumlara oranla çok daha azdır. Sosyolojik olarak bakarsak, gelenek ve göreneklerini bu çatışma ve beraberinde gelen bilimci sisteme uydurma çabasındaki halkların siyasi görüşlerini tamamen bu denklem içinde inşa ettiğine şahit oluruz. Buradaki kelebek etkisi, kökeni itibariyle evrimsel geçmişi kesin olan adaptasyonla ilgilidir. Beyinlere kazınan mesaj nettir; gelişime ayak uydur ya da yok ol! Bugün ayak uydurulması gereken sistem demokrasi gibi görünürken Platon, binlerce yıl önce çekincelerini şöyle aktarmıştır: “Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar.” Kritiği basittir. Bu çekinceler, halkın kasti olarak cahil bırakılmasıyla gerçeğe dönüşür. Sonuç olarak toplumlar, adına “demokrasi” dedikleri dikta yöntemleriyle önlerine konan seçenekler arasında seçim yaptıklarına ikna olurlar.
Peki, herkesin korkuyla beklediği sonuncu aşama yakın mıdır? İşte bu soru, hepimizi aşan ve öngörülmesi imkansıza yakın olasılıklar havuzundadır. Demokrasi, uzunca bir süredir öncü ülkelerin kabulündeyken sonuç neden toplumlar arası birlik değildir? Çünkü liderin tek olmadığı sistemler, toplumların tamamına yerleşmez. Lider ve sistem arasında tam uyum arayan sistem kurbanlarının hikâyelerinin sekteye uğramaması için gerekli olan şey tam olarak budur. Mutlak huzur, mutlak boyun eğme gerektirir. Mutlak boyun eğme, mutlak geriliği çağırır ve bu paradoks içine sıkışan insanoğlu, eskiden başarısızlığa uğramış ve geriye itilmiş olan bir kavramı geri çağırma hatasına düşer; diktatörlük! Günümüz tanımıyla diktatörlük, yola demokrasiyle başlayabilen liderlerin planlı ya da plansız olarak kurmuş olduğu tek adam düzenidir. Bu düzende, kağıt üzerinde demokrat olan liderler eylem üzerinde diktatör kalabilir. Hatta, yaşadıkları güç zehirlenmeleri ya da akıl hastalıkları sebebiyle bu göreve gerçekten ilahi anlamlar yükleyen liderler de olmuştur. Diktatörün seçmeni, hikâyelerini paylaşan liderin diktatör olmadığını düşünebilir. Buradaki akıl tutulması, yukarıda incelemiş olduğumuz dini ya da toplumsal “ana hikâyeler”in lider ve kitlesi arasındaki kişisel hikâyelerle yüksek oranda örtüşmesi sebebiyle gerçekleşir. Tutulmanın ne yazık ki toplumsal bir ilacı yoktur. Bireysel ilaç ise bireylerin hikâyelerinin ayrı ayrı düzenlenmesiyle ve ancak uzun bir süreçte gerçekleşecektir. Ancak yokluk gören ve açlığı tadan kitle insanları, evrimsel dürtülerinden dolayı yoksulluğu ana sistem olarak ele alıp liderle arasındaki bağları yok etmeye başlayabilir. İşte bu durumda, uyum bozulacak ve siyasi düzen değişmek zorunda kalacaktır.
Bu denli korkunç bir tanıma ve uygulamaya sahip olan diktatörlük, nasıl olur da kitle tarafından geri çağrılabilir? Çünkü kitle, tanımlamalarla değil toplumsal hikâyelerle karar alır. Demokrasi döneminde iki yakası bir araya gelmeyen toplumlar, “Çift başlılık yüzünden oldu!” söylemine saplanıp kalmıştır. Aslında bu söylemin kendisi de diktatör sistemin çıkarımı olmakla birlikte, halka kademeli olarak aşılanmıştır. Basın kuruluşları, gençlik kolları, dernekler, vb. bu amaçla kurulmuştur; doğru olduğuna emin oldukları(!) siyasi sistemler için birey toplamaya çalışırlar. Gelecekle ilgili öngörülerimden biri, tek adam sistemlerinin törpülenerek yeniden ve daha geniş kitlelerce deneneceği yönündedir. Buradaki törpülenme, uygulamada yine bir avuç benzer görüşlü insanın kararları dayatılan toplumun özgür olduğuna “tam inanç” sağlaması için yöntem geliştirmektir. Çünkü, sağ sisteme dahil olan toplumlar, hikâyeleri gereği en başında tanrıya ya da ırkına karşı tam inanç beslemektedir. Bunun bir yansıma yapması kaçınılmazdır. Gör(e)meden inandıkları tanrısal ve atasal buyruğu, görebildikleri liderleri aracılığıyla dışa vururlar ve hikâyedeki gerçek, tek adamın gerekliliğine dönüşür.
Böylelikle bu bölümde, tüm sistemlerin atası olan evren, canlı madde özelliğine kavuşmuş bir sistem olan beyin ve farklı beyinlerin meydana getirdiği toplumların siyasi sistemleri arasında ne gibi yöntem benzerlikleri olduğunu açık bir biçimde ortaya koymuş oldum. Hikâyeleştirmenin getirdiği gelenekler, geleneklerine bağlanan toplumlar ve toplumların birbiriyle çarpışan sistemlerini serimledim. Hatırlatmak gerekirse, beynin kendi içindeki demokratlığı, sinir sistemiyle bağlantılı olduğu bireylerde bir tek adamlığa dönüşüyor ve birey, bu iki olasılıktan ibaret olan sistemler üzerine kurulu davranışlar sergileyebiliyordu. Sistemler ne kadar çeşitlenirse çeşitlensin, toplum ne kadar modernleşirse modernleşsin, toplumsal ve siyasi yaşam veya geçmiş ve gelecek, yalnızca iki ana siyasi sistem arasında geçiyor gibi görünmekte. İki düşünce arasına sıkışan toplumlar, dönemsel gerçeklik ve bireysel hikâyeleriyle taraf seçiyor ve gelecekte tepetaklak olması kesin olan sistemler için hayatlarından vazgeçiyor. Evrenin hemen her yerinde seçilebilen geriye itilmişin çıkıp gelişi, insanların bilinçaltlarında saklı kodlar halinde bekleyen muhalif ve eski fikirlerin toplumsal veya ekonomik çalkantı dönemlerinde referans olarak belirmesine yol açıyor. Bu muhalif ve eski sistemler, güçlü liderlerin yol göstermesiyle güçleniyor ve yeni biçimde düşünüyor; toplumlar, suç buldukları sistemi terk etmekte hiçbir sakınca görmüyor. Yerine konan sistem ise aslında, atalara korkunç yıllar yaşatan, eski, makyajlı sistemler oluyor.
Bir sonraki bölümde, bu paradoks için çeşitli reçeteler sunmaya ve “referans fikir” kavramını incelemeye çalışacağım.