Demokrasi Bilimi: Toplumun (Bitmemesi Gereken) Savaşı

0
92
Demokrasi Bilimi: Toplumun (Bitmemesi Gereken) Savaşı
Demokrasi Bilimi: Toplumun (Bitmemesi Gereken) Savaşı

İlk avcı-toplayıcı insan gruplarından günümüze kadar uzanan medeni toplum ve yönetme çatışmalarını üç bölüm olarak planladığım bu yazı dizisiyle ele almak istiyorum. Bu yazı dizisi, bilimsel olduğu kadar şahsi görüş ve düşüncelerimi içerecek; tarih içinde diktatörlük ve monarşilerden günümüze hem sağın, hem de solun üzerinde anlaşamadığı demokrasi kavramına kadar pek çok yönetim çatışmasına ışık tutmaya çalışacaktır.

Neden-sonuç ilişkileri üzerinden ele alınacak bu konular kapsamında kimi zaman kapitalizm, kimi zaman da sosyalizm övülecek; diktatörlüklerden demokrasiye uzanan tarihsel süreçte geriye itilmişliğin nedenleri araştırılacaktır. Ayrıca, interdisipliner bir yaklaşımla psikolojik, nörobiyolojik ve sosyolojik birtakım veriler birlikte değerlendirilecek; konulara belirli bir bütünsellik içinde yaklaşılacaktır. Bu bütünselliğin esas dayanağı ise evrim kuramı olacaktır. Şunu da eklemek gerekir ki evrim, biyolojik yaşamdan çok daha fazlasını kapsar ve fizik ya da kimya alanlarının yanı sıra toplumsal alanda da gereklidir. Çünkü evren, kendi gelişiminden ilham alan ve bu ilhamı farklı ve yeni icat alanlarına uygulamaktan kaçınmayan açık bir sistemdir.

Başta yeme, içme ve üreme olmak üzere tüm biyolojik ihtiyaçlarımızın yanı sıra iletişim kurma, fikir üretme ve bu fikirleri yayma ihtiyaçlarımız, yaklaşık 1,8 kg ağırlığına sahip beynimiz tarafından yönetilir. Beyin ayrıca, kendi oluşumuna neden olan karmaşık denklemlerden ilham alarak toplumu belirli bir tarzda inşa etme gücü ve olanağına sahiptir. Peki hiç düşündünüz mü; beyin nasıl çalışır? Birey, gerçekten “bir” midir yoksa nöronal (nöron: beyin hücresi) demokrasi mi? Ya da şu şekilde sorayım; kişisel olarak hissedilen “ben” ile kitle yönetiminde aranan “tek adam” arasında benzerlik var mıdır? Akıllı yaşam, fikir tartışmasına dayanan ve “demokrasi” diye tanımladığımız sisteme mecbur mudur? Ya da her ikisi birden mi?

Bireyin “bir”den çok olduğu fikri görece eski olsa da bunun kanıtlarını sunan deneylerin gerçekleşmesi, yaşadığımız döneme denk gelmiştir. Beynin çalışma mantığı, geçmiş deneyimleri ayrı ayrı kodlayan nöron gruplarının yeni bir etki karşısında, geçmiş deneyimlerine karşılık ürettiği kimyasal kodları diğer nöron gruplarıyla işledikten sonra tek bir karara dönüştürme süreci olarak özetlenebilir. Toplumların ilerleme mantığı da benzer şekildedir. Geçmiş deneyim ve anılar, kimyasal kodlarla farklı bireylerin beyinlerinde depolanır. Yeni etkiler geldikçe toplum, bir bütün olarak geçmiş deneyimleriyle demokrasi düşüncesini işlemeye başlar.

Alınan ortak karar, doğru ya da yanlış olabilir. Nihai karar, yönetenlerin yönetilenlere dayattığı seçim kampanyaları, mitingler, köşe yazıları, ana haber bültenleri ya da çeşitli subliminal mesajlar yoluyla içselleştirilebilir. Hal böyle olunca bizler, ben olarak bildiğimiz bilincimizle, gelecekte yok olması kesin olan fikir ve kararlar uğruna meydanlarda çığlık çığlığa debelenmeye devam ederiz. “Biz” olduğunu düşündüğümüz kitleyle birlikte bir bütün olarak hareket eder, ezberlenmiş tüm ideolojileri kör topal ama saplantılı bir halde yaşatırız.

Sizi sürekli yıpratan sevgilinizle yeniden barışma olasılığınızı düşünelim. Birey olarak öngörünüz ilişkiye kesinlikle yeniden başlamamak olsa da yıllarca paylaşılmış olan pek çok anı ve bu anıların beynin farklı bölgelerinde uyandırdığı etkiler, sizi bir makine gibi eski sevgilinizin kollarına itebilir. Ertesi sabah bu aptalca karar için suçlu aramak isterseniz, bu suçlu kimdir? Birey “bir” ise henüz dün aldığınız karardan pişman olan kimdir? Ayrı ayrı her beyin hücresinin sonunda kendisini tek bireymiş gibi hissetme gereksinimi, bugün sosyal yaşantımıza suni olarak kopyalanmış millet ve ümmet gibi kavramlarla yansıyabilir mi?

Birlik olma arzusu, milyonlarca insanı tek bir karar altında toplayabilir ve karar mekanizması kendisine at olmayan yönetilenler, ne düşünüp ne hissetmeleri konusunda harici karar mekanizmalarına göre hareket edebilir; karizmatik, hitabeti kuvvetli liderler, yani yönetenler uğruna ölebilir ki, bu yazı dizisinde esas olarak incelemek istediğim nokta budur. Başka deyişle, beynin yönetim anlayışının toplum yönetim anlayışına yansıması ve ne gibi sonuçlar doğurduğunun incelenmesi, bizi bir adım ileri taşıyacak ve dünyaya artık eskisi gibi bakmayacağız.

1. Bölüm: Yönetilme Bağımlılığı

“Kraldan çok kralcı olmak!” deyimi muhteşem bir başlangıç olmaz mı? Çekirdek aileden 80 milyonluk Türkiye’ye kadar benzer yöntemlerle idare edilen her toplum, çoğunlukla kraldan çok kralcıdır. Sebebi öyle derin değil; çok az insan lider vasıflarla ileri atılabilir. Bu ileri atılma, doğumdan itibaren başlayan eğitim ve bu eğitimin kalitesiyle ilgilidir.

Sigmund Freud psikanalizin temellerini atarken, kızı Anna Freud bayrağı devralmış ve kendi döneminde psikanalizi ağırlıklı olarak “çocuk gelişimi ve eğitimi” üzerine geliştirmiştir. Çalışmaları babasının gölgesinde kalmakla beraber, hayranlık uyandırıcı ve günümüz eğitim camiasınca kabul görmüş kavramları da beraberinde getirmiştir.

Çocukların (geleceğin yöneten ve yönetilenlerinin) gelişim dönemlerini, kısaca çekirdek aile eğitiminden gelen “ego” ve devamında toplumsal eğitimle gelen “süperego” dönemleri içinde ele alabiliriz. Bu dönemler, genellikle kalıtımla gelen ve vahşi dürtülerle tanımlanan “id” üzerine inşa edilir. “Ego”, Sigmund Freud’a göre “id” ile “süperego” arasında bir köprü görevi görür. Kendisi, “ego”yu şu şekilde tanımlar; “Ego, şahlanmış bir at üzerindeki şövalye gibidir. İd ile süperegonun isteklerini uzlaştırmaya çalışan hakemdir.” Daha iyi anlatılamazdı!

O halde, eğitime geri dönelim. Henüz doğum anından başlayan eğitim, egonun tatmin seviyesine göre yaşam boyu sürebilir ya da 20’li yaşlara dahi girmeden sona erebilir. Yönetenler ile yönetilenler arasındaki ayrım, eğitim içinde açık hale gelir. Her insan grubu, aldığı eğitimin bir ürünüdür. Dolayısıyla, tüm kişilik özelliklerini kalıtıma bağlamak doğru olmadığı gibi, liderlik vasıflarını kalıtım dışında Tanrı ya da elçilik kavramlarıyla ilişkilendirip buna metafizik birtakım anlamlar yüklemek de binlerce yıllık önyargıları içinde barındırmaktadır. 21. yüzyıl medeniyeti, bu fikirleri hızla geride bırakmaktadır.

Kalıtım, acıkan bir bebeği ağlatabilir, ama meslek seçimine doğrudan etki etmez. Keza kalıtım, karanlıktan korku duyulmasını tetikleyebilir, ama ışığın farklı dalga boylarından gelen favori renk kavramına doğrudan etkide bulunmaz. (İstisnai durumlar, embriyo döneminde ortaya çıkan protein kodlama hataları nedeniyle ya da fiziksel darbe sonucu gerçekleşen olağanüstü durumlarda düşük ihtimallerde görülebilir.) Kalıtımın görevi proteini kodlamaktır, ruh ya da kişiliği değil.

Uyanıkken duvarları karalayan çocuğa, annesi tarafından ceza uygulanır; fakat aynı beynin yönettiği aynı eller uyurgezerlik sırasında duvarları karalarsa neden ceza uygulanmaz? Bilinçlilik durumunu uyurgezer çocuk üzerinden uyurgezer toplum modeline yarlarsak; muhalif olduğunuz siyasi sistemi savunan kitleye, yol açtığı toplumsal felaketler nedeniyle cezai yaptırım uygulayabilir misiniz? Bu kitle, çeşitli kanallarla cehalete sürüklenerek soyut bir uyurgezerlik durumuna sokulmuş olabilir. Bu noktada, şöyle bir paradoksa da dikkat çekmek isterim. Evet diyorsanız, adil değilsiniz; hayır diyorsanız, mantıklı değilsiniz; kararsızsanız, hiçbir felaketi engelleyemezsiniz. Bu paradoks aslında, bilincin ne olduğunu yanlış tanımamızdan kaynaklanıyor. Bireysel bilinci yanlış tanımlamış dilerler, toplumsal bilinci nasıl kavrayabilir?

Bir rengi sevmemizin arkasında neyin olduğunu hiç düşündünüz mü? Annenizin sevgisini en kuvvetli hissettiğiniz bir anda onun üzerindeki bluzun rengi, farkına varmadan favori renginiz haline gelmiş olabilir. İlk samimi arkadaşınızın gözlerinizin önünde gol attığı ayakkabının rengine ne dersiniz? Ya da belki de babanız bir denizcidir ve ondan ayrı geçirdiğiniz günlerde hissettiğiniz özlem duygusunu denizle ilişkilendirmişsinizdir. Beyniniz bu durumda, küçük bir sistemsel hata nedeniyle, denize ait olan mavi rengini hasret duygunuzla ilişkilendirerek tüm hayatınız boyunca mavi rengine takınacağınız olumsuz tavrı kodlamış olabilir. Ve bingo! Çoğumuz “sıcak” olarak hissedilen kırmızı rengini favori rengimiz olarak seçeriz. Doğan her çocuğa pembe veya mavi olmak üzere iki renk dayatmak, kökenleri aynı etkiye dayanan, dolayısıyla ilerleyen yaşlarda “aynı olma”yı dert etmeyecek nesillere ne katabilir? İki seçenekle büyümeye alışmış olan çocuklar, yetişkinlik dönemlerinde iki seçenekli siyasi toplumda problem görüp bu duruma itiraz edebilir mi?

Bu dayatma, hangi filmden kazındı ebeveynlerin zihnine? Ya da hangi müzik, çocuklarınızı nasıl eğiteceğiniz konusunda karar verebilir? Kendi çocukluğunda anaokulu öğretmeni tarafından tartaklanan bir anne, bu olayı hatırlamamakla birlikte, kendi çocuğunu anaokuluna göndermeme kararı verebilir mi? Eğitim, beynin (dolayısıyla birey ve toplumun) hayat içinde maruz kaldığı tüm fiziksel ve duygusal etkilere karşı kendi yorumuyla oluşturacağı kişiliğe etki eden her şeydir. Örneğin, rol modeli babası olan küçük kız, babası yemekten sonra ne yapıyorsa, aşık olma potansiyelinde olan erkeklerden de içten içe aynı davranışları bekleyecektir. “Armut dibine düşer!” deyimi, uzak geçmişten beri aslında bu gerçekle yüz yüze olduğumuza bir kanıttır.

Kraliyet ailesi, kendi imkanlarına uygun bir şekilde, çocuklarını yönetici olarak yetiştirecektir; fakir kesim ise yine kendi imkanlarına uygun bir şekilde, çocuklarını yönetilenler kategorisine uygun şekilde yetiştirecektir. Tarih içinde çok az kişi, bu düzene karşı ayaklanma fikri geliştirecektir. Fakat, özellikle de okur yazarlığın arttığı ve farklı kesimlerden insanların iç içe geçtiği toplumlarda bu durum değişmektedir. Bu toplumlarda eğitim, aile ve dar çevrede sınırlı kalmaz; çocukların süperegoları, çok sayıda dışsal etkiye maruz kalır. Hal böyle olunca, çok daha fazla sayıda insan yönetici topluluklarına dönerek “Neden sen oradayken ben buradayım?” sorusunu sormaya başlar. İnsan dışında pek çok canlı grubunda da benzer davranışları görebiliriz. Örneğin bazı maymun türleri, otoriteye karşı çok büyük savaşımlar verebilmektedir ki, bu durum bizi, hayatın gerçeklerine karşı daha şeffaf ve tarafsız bir hale getirmelidir.

Aile eğitimi, toplum eğitimi ve kişisel eğitim gelecek nesilleri şekillendirdikçe, yeni sistemler ve bu sistemlerin getireceği yeni itirazlar denklemi, tüm güncel siyasi sistemlerin atası olacaktır. Yani eğitimin kendisi, tüm siyasi sistemlerin atasıdır. Aynı eğitim, yine Sigmund Freud’un tanımladığı “geriye itilmişin çıkıp gelişi” konusuna yaslanarak bu sistemler arasındaki çatışmadan daha yeni sistemlerin kök salmasına zemin hazırlar ve bu döngü, insanla birlikte tüm evreni değiştirecek olasılıklar dinamitini sürekli ateşlemeye devam eder. Peki nedir “geriye itilmişin çıkıp gelişi”?

Geriye itilmişliğin çıkıp gelişi, Sigmund Freud’un bir örneğiyle; ataerkil toplumdan anaerkil topluma geçen kitlenin, yeni itirazlar nedeniyle ataerkil topluma geri dönüşüdür. Günümüzdeki feminist hareketler ve görece artan kadın hakları savunuculuğu, bu iki sistemin eşit konuma gelmesini savunan bir başka geriye çağırma eylemidir. Yakın gelecekte kayda değer sayıda kitlelerce kabul görmesi kuşkusuz olan anaerkil düşünce, daha uzak geleceklerde yeni itirazlarla tekrar geriye itilebilir, ancak daimi bir döngü nedeniyle her sistem, yedek ve as oyuncu modelindeki gibi sıralamalara bağlı kalcaktır.

Ne demiştik yazının başında? Evren, kendi gelişiminden ilham alan ve bu ilhamı farklı       ve yeni icat alanlarına uygulamaktan kaçınmayan açık bir sistemdir. Kural bu ya, alanları ne kadar farklı olursa olsun ilhamdan korkmamak, denemekten çekinmemek gerekir. Çünkü her bir geriye dönüş, geriye itilenin modifiye edilip iktidara daha güçlü gelme çabasıyla sonuçlanacaktır. Durumdan fayda sağlayan medeniyet olurken, şanssız toplumlar geçiş dönemlerindeki kaostan yakınacak ve bu durumu olumsuz değerlendirecektir. İktidar olan sistem, muhalif olan sistemi en güçlü şekilde bastırmaya çalışırken muhalif sistem çıkıp geleceği dönem için daha fazla birey toplama arayışında olacaktır. Bu bağlamda doğru sistem yoktur, o an kabul edilen sistem vardır. O an kabul edilen sistem, toplumsal aldıların istekleri ve kandırılmışlıkları etrafından seçilir. Çoğulculuk, haklılıkla değil, dönemsel şartlarla oluşmuş olur.

Dilerseniz, örnekler daha popüler olsun. Moda alanındaki bir geriye itilmişin çıkıp gelişinden bahsedelim. Bol paça pantolon akımından yeterince ekmek yemiş olan kapitalim liderleri, bizlere dar paça pantolonları sevdirmiş olsa da dar paçadan yiyeceği son lokmadan sonra yapay olarak kullanmayı öğrendiği bu sisteme güvenerek gelecekte bize yine bol paça pantolonları sevdirecektir. Evrenin her alanına olduğu gibi, kültür ve topluma da uyarlamanızı isteyeceğim “çıkıp geliş” bundan ibarettir.

Evrimin kendisi de bu sistemden bir şekilde faydalanır. Kendi akrabaları ve eşinin akrabalarında görünmezken doğan çocukları mavi gözlü olan siyahi bir aile, geriye itilmişin çıkıp gelişi tanımına genetik alanda verilecek en güzel örneklerden biridir. İnsan genomu (gen haritası) araştırmaları, DNA’mızın yalnızca yüzde 7-9’luk bölümünün aktif olduğunu söyler. Yani bizi biz yapan fiziksel özelliklerin tamamı, her bir hücremizde kopyalanmış halde bekleyen DNA zincirinin yalnızca küçük bir kısmıyla oluşur. Genomda pasif olarak bekleyen  mavi göz geni, nesillerdir mavi göz görülmemiş bir soy ağacından genetik bir hata sebebiyle çıkıp geri gelmiştir. Bu geri geliş, gelecek neslin gen haritası için seçenekler yaratmakla birlikte evrim tarafından memnuniyetle işlenecek ve siyahi bir yüz içinde muhteşem görünen mavi rengini, zamanı gelince yeniden yüceltecektir.

Yeteri kadar örnekleme yaptık sanırım. Bu örneklemelerle, yönetim çatışmalarına çeşitli alanlardan özdeş tanımlamalar yerleştirerek siyasetin aslında her bireye aynı uzaklıkta olan toplumsal bir mecburiyet olduğunu ortaya koymak istedim. Yöneten ve yönetilenlerin bunun için yaratılmadığını, çoğunlukla çevre koşullarınca bu konumlara itildiğini, toplumdaki en büyük etkenin eğitim olduğunu, eğitimin akla gelen ilk tanımından daha karmaşık yönlerinin olduğunu belirttim. İnsan beyni modelinin toplumsal düzene yöntem kopyaladığını ve bu yöntemin öngörülmesinin medeniyetin yanında toplumların da yararına olacağını savundum. Siyasi sistem ya da düşüncelerin atalardan alınan miras doğrultusunda günümüz kültürüne en uygun iktidar şekline evrildiğini belirttim ve orta ya da uzun dönemde muhalefet tarafından yeniden geriye itilmesinin kuvvetle muhtemel olduğuna dikkat çektim. Bu geriye itme yarışı, toplumun tercihi olmaktan çok, toplumu oluşturan her bireyin beyninin çalışma şeklinin bir yansımasıdır. Toplumun bu hiç bitmeyecek savaşında “yönetilme bağımlılığı” olarak adlandırdığım bu bölüm, ikinci bölümde inceleyeceğim “yönetme yöntemi” konusuna bir ön hazırlık niteliğinde oldu.

Peki, bitmemesi gerektiğini düşündüğüm toplumsal savaş neden bitmemeli? Farkında olmaksızın bu savaşı, günümüz tanımlamalarıyla “iktidar” ve “muhalefet” olarak adlandırıp “medenileştirmiş”(!); uğrunda daha az kan dökülen bir sistem haline mi getirdik? Beyinde yalnızca sosyal ilişkileri düzenler gibi görünen bölümler olduğunu söylesem aklınıza ne gelirdi? Siyasi fikirlerin beynin fiziksel yapısını nasıl değiştirdiğinden bahsetsem, o fikirleri hayat amacı olarak görme konusunda şu anki fikirlerinizle çatışmala girer miydiniz? Günümüzde tacizcilerin tamamına yakınının çocukluk dönemlerinde tacize uğramış olması, size ne düşündürür? Peki, muhalifken gördüğü kötü muameleye iktidar döneminde aynı şiddetle karşılık verebilen kitleler, tacizci bireylerle ilişkilendirilebilir mi?

Bu gibi ilginç sorular ve kendi cevaplarımı, bir sonraki bölümde günümüz siyasi fanatizmine uzanan süreçler içinde ve yine farklı alanlardan özdeş tanımlamalarla ortaya koyacağım.



PAYLAŞ
Önceki İçerikKimdim Ben?
Sonraki İçerikBen Senin İçin Yazamam
Avatar
1992 İstanbul doğumlu. Gazoz kapağı oynarken “kitleye”, atari oynarken “geleceğe” merak sarmış. Grafik tasarım mezunu olmakla beraber, maddi getiri mesleklerine karşı duyarsız. “Birey varsa kurgu var. Bilim-kurgu varsa gelecek var,” diyor ve hikayesini kendi elleriyle yazıyor...