Hikâyelerimizin Müziği Çocuk Gözüyle – 5

Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu. Sevgi emekti!”  Cengiz Aytmatov- Selvi Boylum Al Yazmalım.

Kasımpatıları vardı sonbahar renklerinde… Boğum boğum bağlanıp birbirlerine, demet demet özenle yerleştirilmiş Atatürk büstüne… Onlarcası, üst- üste, alt- alta, yan- yana dizilmiş… Hepsi bir arada, bütünle birleşmiş… Ezmeden biri diğerini, kırmadan, incitmeden, el ele, gönül gönüle aynı aşkta buluşmuş; Kasımpatıları…

Saygısı, duruşlarında; sevgisi, tohumlarında gizli… Yapraklarındaki sır, çiçeklerindeki lâl, dilsiz. Cins cins, renk renk Kasımpatıları… Hüznü öğrenmenin bilgeliğiyle, acıyı da sevinci de kokularına sindirmiş… Kasımpatıları…

Saygısı, duruşlarında; sevgisi, tohumlarında gizli Kasımpatıları…
Saygısı, duruşlarında; sevgisi, tohumlarında gizli Kasımpatıları…

Sonbahar geçit törenindeydi sanki saat dokuzu beş geçe… Yaprak yaprak, ağaç ağaç, insan insan akan… Dokusu kanla örülmüş, ilmekleri ölümle bezenmiş bayrak, yarıya indirilmişti… Siren sesleriyle yürek atışları An ’da durmuş, bütün nefesler tutulmuştu… Sevgi bu muydu? Saygı, hürmet… Vefa? Aşk bu muydu?

İlkokuldayım birinci sınıfta. Siyah önlüklerimiz ve beyaz yakalarımızla aynı sırada, aynı sınıftayız. Kimimizin ayakkabıları siyah rugan parlak, kimimizin ki siyah mes-lastik, kimimizin ki renkli naylon… Kimimiz okuma-yazma biliyor, aritmetiği eksik. Kimimizin harflerden haberi bile yok… Ben, yaşça onlardan küçük, hevesle okumayı – yazmayı öğrenmeye çalışıyorum.

Nefesim tutulmuş ağlıyorum… Bir dakika boyunca… Saygı duruşu bitiyor… İstiklal marşı okunuyor… Ardından tören başlıyor…

Saat dokuzu beş geçe

Atam dolma bahçede

Gözlerini kapadı

Bütün dünya ağladı.

 

Doktor doktor kalksana

Lambaları yaksana

Atam elden gidiyor

Çaresine baksana.

 

Uzun uzun kavaklar

Dökülüyor yapraklar

Ben Atama doymadım

Doysun kara topraklar.

 

Müze müzeye bakar

Müzede Atam yatar

Atamın çocukları

Atama çelenk taka

Nasıl okuduğumu hatırlayamadığım şiirim bittiğinde büyük bir alkış koptu. Öğretmenim bana sarıldı. Ağlıyordu. Ağlıyordum.

Sol yanımda bir sızı, boğazımda düğüm, gözlerimden süzülen sicim tanelerine engel olamıyorum. Konuşamıyor, söyleyeceklerimi o düğümden çıkartamadan yutuyorum. Elimde kasımpatıları kürsüden inerken, dönüp öğretmenime bakıyorum bir kez. Gülümsüyor. Çiçekler için teşekkür bile edemiyorum. Ama o anlıyor hislerimi, hüzünle sevincin birliğinden doğan halimi…

Elimde çiçeklerle geldim eve. Annem olanları anlata anlata bitiremedi. Ben rüyada gibi çiçekleri hiçbir yere koyamadan öylece bekledim bir süre.

Sonra bir vazo çıkartıldı vitrinden, içine su kondu, çiçekler alındı elimden, vazoya kondu…

İçim cızz etti… Ama! Diyecek oldum… “Suya koymazsak ölür “dediler… “ Ölmesinler” dedim… “Ölmesinler… Ne olur” !

İki gün sonra:

Akşam okuldan eve döndüğümde, kasımpatılarımın dalga dalga yayılmış baygın kokusundan farklı bir kokunun izini sürmek istiyor, açıkmış midem. Küçük köpek yavrusu gibi koklayarak havayı, koşup mutfağa girmek üzereyken ben, girilemez levhası gibi duran abimle kapının köşesinde karşılaşıyorum. Öylece şaşkın, bakakalıyorum…

Sofadaki demir döküm kömür sobasının tek başına bütün evi ısıttığı, 3 odalı evimizde, yabancı gibi; kalakalıyorum. Oysa hiç unutmuş değilim, benden uzun devasa bu sobaya ellerimi iki kere yapıştırmak suretiyle, aşkın ateşiyle ilk kez karşılaştığımı…

  • Ev sahipleri akşam bize geliyor, dedi abim.
  • Ben mutfağa niye giremiyorum?

Göz kırptı, bıyık altından güldü.

  • Anlarsın bekle!

Memur ailesinin iki çocuğundan biri olan ben, doğum günü kutlamasıyla henüz hiç tanışmamıştım. Altı yaşım bitiyordu. Pasta üflemenin ne demek olduğunu öğrenecektim, az sonra; ev yapımı pastayla…

(Bir doğum günü kutlaması daha olacaktı sanki hatırlıyorum geçen yıl Mart ayında amma… Neyse onu sonra anlatmalı… Sırası değil şimdi burada…)

Ev sahipleri geldiler. Yaşça benden çok büyük bir abla vardı; ev sahiplerimizin kızları, adını bile hatırlayamadığım şimdi. Uzun siyah saçlı, uzun yelekler giyip, uzun uzun kolyeler takan. Annemin bir keresinde adına“ Hippi” dediği… Hippi Abla…

Elinde bir hediye ile bana doğru eğilen bu kız, yanaklarımdan öptü önce. Sonra elindekini uzattı bana…

  • Doğum günün kutlu olsun!

Doğum günüm mü? Benim mi? Bana bir hediye mi? Nasıl yani? Bütün bunlar benim için mi? İlk kez kutlanacak doğum günümde aldığım, ilk hediyem mi? Ya ne peki?

  • Açsana, bakalım beğenecek misin?
Barış Manço
Barış Manço

“Çok teşekkür ederim.” Demişimdir sanırım. Bilemiyorum. Öyle şaşkındım ki… Susmuş da olabilirim. Yüzüne bakıp kalmış, hediyeyi elinden bir süre alamamış da olabilirim. Hatırlamıyorum. Sanırım paketi açmayı beceremediğimden olsa gerek, birisi aldı ve açtı… Kimdi hiç bilmiyorum? İçinden…

Barış Manço Dağlar Dağlar çıktı…

Hemen evimizdeki pikap’a kondu plak ve başladı bir sürgünün anıları… Kokusunda Kasımpatı, ölümün gölgesinde bundan gayrı

Ellerimle büyüttüğüm solarken dirilttiğim
Çiçeğimi kopardın sen ellere verdin
Çiçeğimi kopardın sen ellere verdin.

Dağlar dağlar
Kurban olam yol ver geçem
sevdiğimi son bir olsun yakından görem.
Kuşlar ötmez güller soldu yüce dağlar duman oldu
Belli ki gittiğin yerden kara haber var
Belli ki gittiğin yerden kara haber var.

Dağlar dağlar
Kurban olam yol ver geçem
sevdiğimi son bir olsun yakından görem.

Klasik kemençeyle ilk tanışma, Uşşak makamında taksim… İşte Aşk! İşte ilk vurgun… Henüz gitar girmemişken melodiye…  Dağlardan inen kayalar gibi,  uçuruma yuvarlanan o yâr gibi, o nasıl bir özlem, o nasıl bir hasret, o nasıl bir yangın diplere vuran… Sanki bütün yaşanacakları, sanki sonrasını hayatın bilir gibi; sanki ezelden ebede gelip de, usulca kulağa fısıldayan ilahi bir nefes gibi, ilk ezgi…

Gitar girebilir artık, gitarın girişiyle zahir açığa çıkabilir… Zuhur âlemindeki düş başlayabilir… Ölümüne savaşılacak yüce bir amaç bulunabilir… Bir anı değildir bu,  bir An’dır ve sonrası bir yaşamdır gayrı… İlk felsefesidir hayatın, ilk kalp kırıklığıdır, aşk ateşinin düştüğü ilk An’dır…

Barış Manço’nun eşsiz sesiyle bütünleşmiş hayali bir sevgili, hayali bir özlem, hayali bir aşktır… Uzun koskoca bir bedel ile ödenecek, peşinden sürgünden sürgüne yapayalnız gidilecek bir ömrün ilk durağı… İlk yarasıdır artık…

Yıllar, yıllar sonra; “ Küçük Prens” kitabının içinde kuruyup kalmış, sayfalara yapışmış bir kasımpatı bulunur… İlk çiçek… İlk yadigâr… İlk öğretmene duyulan sevgiden geriye kalan… Artık çoktan geçerliliğini yitirmiş vefa sözcüğüne örnek olan… Kokusu silinmiş bir kuru kasımpatı…

Ellerimle büyüttüğüm solarken dirilttiğim
Çiçeğimi kopardın sen ellere verdin.

Dememek için… Diren Kasımpatı…