Dünyanın rahmine yapıştığımız günden beri çocukluk, can suyumuz.
Tam da bu cümleye bir sanki kelimesi eklemek istedim ama vazgeçtim.
Belirsizlikle değil kesinlikle konuşmalı diye düşündüm.
Bize yapışıp kalan, ensemizden hiç inmeyecek olan şeyin çocukluk olması ne iyi.
Sonradan kazanılanların kirlenmişliğini yudumlamaktan ziyade, çocukluğun belleğinden damıtılanları yudumlamak eftal.
Lakin bu noktada koca bir riskin gölgesinde soluklanmalı.
Bu risk ki, çocukken alanında oynadığımız bostanın/aile ortamının cinsiyle alakalı.
Isırgan bostanının ortasında oynayan bir çocuk düşünün ileride muhtemel, dikeni yakan huyların atası olacak.
Ya da düşünün ki bir çilek bostanının ortasında oynayan çocuk, o ki reçel kıvamında insan ilişkilerinin göverticisi olsun.
İşte olsun.
Olacak olan kendi ellerimizle olsun.
Bu böyle biline ki -çocukluğun oynadığı bostanlar- yarının temeli.
Bostan olacak fedai anne babalar, var edeni bilme bilincimizi gübre olarak kullanmalı.
Bostanı -yani kendini- yeşerterek, neşet ettireceği güzellikleri çocukluğun oyun zeminine salmalı.
Velev ki bir sıtma tutarsa bostanı.
Tutar.
Çünkü sıtma, bostanın ayrık otu gibi normaldir.
Zira insan diş bilediği zamanlarda ayrık otlarını çoğaltır.
Sıtmaları ısırmak yerine, kendisini sıtmalara ısırtır.
Bu da hayat meşgalesinin gözleri kör edişi, insanoğlunun, zaaflarının acizliğinin sinyalidir.
O halde bize düşen ayrık otu gerçeği ile kontrollü bir şekilde yaşamak ve rabbimizden hikmet dilenerek çocukluk zeminini daima sağlam tutmak olmalı…