Ders saatlerinden dolayı bazı günler yoğun geçer bizim için. Kendimizi adayacak bir rahatlık ararız günün sonunda. Yine böyle günlerden birinde, İBF Kantini’nin rahatsız köy kahvesi sandalyelerinde otururken, tırnak uçlarımıza kadar acıdığımızı görüp terapiye ihtiyacımız olduğunu farkettik. Fazla uzakta değil park alanı; Batu, Fatih, Azat ve Ali bizim ihtiyara doluştuk, bizim olan yere gidebilmek için. ”Götür bizi buralardan !” Kulakları çınlasın, bir kere ah etmedi sağolsun. Büyük dert değil onun için, sırtında taşımıyor ya (!) Bunu söylemeden geçemeyeceğim; 91 Lada’nın koltuklarına kim otursa bir türkü söyleme isteği geliyor. Sonra da sen sus, Batu söylesin… Öyle olmuyor işte, biz susamıyoruz ki Batu söylesin. Ama ben buralara girersem büyük geyik döner, buraları geçiyorum. Üniversite girişine kurmuşlar bir Kampüsmarket, sanarsın holding kapısına yerleşmiş, fiyatlar o biçim anlayacağın. Kola, çekirdek aşkı soktu bizi içeri; bizim suçumuz yok (!) Aldık nevaleyi geldik kasaya, ödedik fiyatları her neyse.
Suratı beş karıştan bela yemiş kasiyer, elli kuruş para üstü uzatınca, gözlerim yirmibeş kuruşluk petito ile CİNO arasında oynanan tenis maçında top oldu. Nevrim şaştı ! Ama artık karar vermeliydim. Suratıma anlamsızca bakan iki kasiyer, ömrümde hiç görmediğim kadar baskı uyguluyorlardı üstümde. ”Haydi,al ve git !” Elli kuruşa iki petito alabilirdim. Ama elli kuruş bana sınırsız CİNO vaat ediyordu. Soracağım soru basitti; CİNO ne kadar ?Cevabının üzerinde çok düşünülmesi gerekmezdi hem, fiyatı belli, en son oniki yaşlarımda yediğim çikolataydı sonuçta. İki lira olan okul harçlığımdan geriye cebimde ne kaldıysa yatırdığım, ambalajı sarı ağırlıkta, dünyadaki en iğrenç yazı stiliyle yazılmış CİNO ismiyle, tadı damakta şurup tadı bırakan bir çikolata… Fiyatı belli; beş kuruş… Sonunda suratına bol demli çay dökülmüş kadar suratsız kasiyer, cevaplama gayretinde bulundu bu basit sorumu.
Güneşin kapıdan içeri giren ışınlarına baktım bir an. Arkamda bisküviler ve cipsler, bir ordu vardı kasiyerin karşısında. Güçlüydük, baş edebilirdik bu kadarıyla ! Serçe parmağımı havaya kaldırıp her erkeğin kulağını temizlemek için yaptığı geleneksel hareketi daha bir inanarak yaptım. Yaptım ki hani içeride, olur ya, bir su aygırı yuvalamış olsun da çıksın dışarı. Bizim ambalajında kayısıların olduğu beş kuruşluk CİNO, oldu mu şimdi sana elli kuruş ? Sağ elimi usulca petitolara uzattım, aralarından sıcakta erimemiş iki tanesini seçtim, aldım.Kapıya doğru yönelip açık havaya ilk adımımı attığımda, etrafımda çocukluğumdan bu yana değişen sayısız şey belirdi birden.İnsanları sadece eğlence için geldiklerine inandıran ve bir lirayla çalışan sayısız oyuncak… Burnuma şehirlerden nefret etmem için geldiğine inandığım egzoz kokuları… Kulaklarımda türküler yerine korna sesleri, meşguliyet arz eden telefon konuşmaları!
Ne varsa eskilerden toz bulutu olup uçmuşlarcasına yoklardı şimdi. Ne ara bu kadar ilerlemişti dünya koşarcasına bir ceylanın ardından ? Tat aldığımız her şeyi şurup tadıyla bezeyen, sonra yok eden bir öğütücü canlandı kafamda. Ben adına zaman dedim, diğer insanlar ilaç… Güzelliklerinden vazgeçtiğimiz her şeyin vebaliyle ortalıkta koşuşturan insanlar, işledikleri suçları fark edemeyecek kadar ilgisizlerdi çoğu zaman.
Hayatı bir yarış yerine bilmediğimiz yerlere yolculuk edermişcesine yaşasaydık eğer, kusurlarımızın bedeli olarak zevki harcamayacaktık boş yere. Zamanın bir ilaç olmadığını anladım o gün ve bildiğim tek bir şey vardı; Mahalleme dönebilseydim bir ihtimal, harçlığımı son kuruşuna kadar yatırırdım CİNO’ya. Hemde okuldan önce…