Çınaraltı Öyküleri– 14 / Sevdalı Balığın Vedası

0
77
Çınaraltı Öyküleri / Sevdalı Balığın Vedası
Çınaraltı Öyküleri / Sevdalı Balığın Vedası

Merdivenlerden telaşla çıkmadı, yetişmesi gereken hiçbir yer yoktu… Zaten o kadar çok şeyi kaçırmıştı ki hayatta, telaş etmesi gerekmiyordu artık… Yavaş yavaş, her basamağın hakkını vererek, sanki her basamakta kaybettiklerini yeniden eriterek çıktı, birer birer… Yürüdü sonra Sahaflara doğru. Yüzündeki hüzne olgun bir gülümseme yerleştirip, elindeki plastik şişeden suyunu içti. Yudum yudum son suyunu içer gibi, her damlayı son kez tadar gibi, kaçırdıklarını yakalamak istercesine, dilinde tadını hissederek yuttu her birini… Başını kaldırdığında kalabalığın üzerine doğru geldiğini görerek kenara çekildi. Bir anlam veremedi bu telaşa, nereye koşuyorlardı ki ne arıyorlardı bu heyecanla? Aklına geldi sonra, çok değil birkaç yıl önce aynı merdivenleri tırmanmış, tıpkı bu insanlar gibi koşturarak yürümüştü aynı yolda. ‘Umudum vardı o zaman’ diye geçirdi içinden. ‘Belki bu kalabalığın umudu vardır hâlâ yaşamak için beklentileri, sevinçleri vardır bir yerlere gizlenmiş. Benim yok mu?’ dedi sonra. Yanıtını veremedi kendine… Sustu iç sesi bir süre…

Ne aradığını bilmiyordu sahi, ‘bir düşün peşinde bir ömrü heba ettim galiba’ dedi kendi kendine. Oysa yüreği ne derse onu yapmıştı hep. Aklına ket vurup, vesveselerin sesini susturup, içinden geldiğince yaşamıştı, kırkına ne kalmıştı ki şunun şurasında… ‘Beni ben yapan bu değil mi?’ dedi. Ele avuca gelmezdi asla, kimse onu hapsedemezdi; kendinden başka… Aşk bir hapishane olamazdı, aşk özgürlüğün ta kendisi değil miydi yoksa?

Elinde tuttuğu kitaba bir kez daha baktı. Tesadüf olamazdı, bu kitap, bu sahaf, içinden çıkan mektup… Sırrı çözmek için buradaydı. Ne soracağını bilmeden, neyi aradığını düşünmeden ayakları onu getirmişti işte. Aradığı sahaf dükkânını buldu. Kapısı açıktı. Hiç değişmemişti, içindeki kitaplar azalmıştı yalnızca, küçük masa ortaya çıkmış gibiydi, dar koridor geniş gözüktü ona bu sefer. Yine kimse yoktu içerde… Seslense sesini duyan çıkar mıydı bilemedi?

  • Kimse yok mu? Diye ünledi yüksekçe…
  • Kimi aradınız? Dedi yaşlıca gözlüklü biri, kapının dışında. Sesinin o kadar yüksek çıkmasına kendi bile şaşırmıştı.
  • Buranın sahibini dedi.
  • Benim dedi adam.

Emin olamadı, nedense daha farklı hatırlıyordu yaşlı sahafı. Bu yüzü tanıyordu sanki. Adam kamburdu ve yüzü yere dönüktü… Ama sesi?

  • Kitap mı bakacak tınız?
  • Hayır dedi, elindeki kitabı göstererek bilgi alacaktım.
  • Nasıl yardımcı olabilirim size?
  • Birkaç sene önce sahibi siz miydiniz?
  • Hayır, ben devir alalı çok olmadı 7-8 ay falan.
  • Sahibine nasıl ulaşırım peki?
  • Ulaşamazsınız, kendisi Karaca Ahmet Mezarlığında yatıyor.

İşte bunu hiç beklemiyordu. İçi burkuldu. ‘Bütün sorularımın yanıtlarıyla birlikte’ dedi kendi kendine… Ağlamak istemiyordu. Elindeki kitaba baktı. Artık hiçbir anlamı yoktu.

  • Bunu alın, dedi uzattı adama sertçe. Kime isterseniz ona satın ya da en iyisi mi atın, yakın ne yaparsanız yapın…
  • Oturmaz mısınız? Size sade bir kahve söyleyeyim.
  • Kahveyi sade içtiğimi nerden biliyorsunuz?
  • Ben kahveleri söyleyeyim, siz şu taburede istirahat buyurun…

Sır içinde sır mı vardı? Ne olup bitiyordu. Oysa buraya gelirken neler düşünmüştü. Yaşlı sahaftan kitabın ve içindeki mektubun gizemini öğrenecekti. Sanki onun için hazırlanmış bir senaryonun parçası oynanıyordu ve kendisi tüm masum bilmezliğiyle bu oyunun bir parçası olarak yeri geldiğinde, repliklerini söylüyordu.

  • Kahveler birazdan gelir. Şimdi sorularınızı alabilir miyim?

Yaşlı sahafın sandalyesine geçip oturmuştu adam. Yüzüne hiç bakmıyordu. Sesi çatlak ve boğuk çıkıyordu. ‘Allah’ım ben nereden tanıyorum bunu?’

  • Birkaç yıl önce bu kitabı edinmiştim kendinden, ama içinden bana ait olabileceğini düşündüğüm bir mektup çıktı. Ayrıca, çocukluğumda bana hediye edilmiş bir kitaptı. Ama onu kaybetmiştim… Sonra…
  • Sonra kitap gelip sizi buldu öyle mi? Ve şimdi siz de bu nasıl olur diye soruyorsunuz? Çok kolay hanımefendi. Evrenin yasasıdır bu, size ait olan döner dolaşır gelir sizi bulur, ha tam zamanında ha biraz geç… Ne önemi var. Zaman görece değil mi nasılsa? Siz size ait olana kavuşmuşsunuz ya sonunda, bununla mutlu olmayı bilmeniz gerekirdi…
  • Ama artık istemiyorum ki ben. Bunun bana ait olmasını istemiyorum. Ben yaşamayı seçmek istiyorum. Bana bir iyilik yapın ve bu kitabı benden alın lütfen…

Kitabı masanın üzerine bırakıp bir hışımla çıkıp gitti kadın…

Başka türlü yaşamak mümkün mü?
Başka türlü yaşamak mümkün mü?
  • Ama kahveler, diye ardından bağırdığını işitmemişti adamın.

Masanın üzerindeki kitabı aldı adam. Açtı, ilk sayfasındaki yazı neredeyse silinmek üzereydi.

“Biricik kızıma en derin sevgilerimle, Baban” diye yazan.

Kahveler geldi. Kahveciye parasını uzattı adam.

  • İkisini de ben içeceğim bırak masaya dedi. Kahveci afallayarak çıktı dükkândan.

Kitabın sayfalarını karıştırdı, ilk baskısıydı, kokusunu içine çekti… Sararmış sayfalarında küçük notlar alınmıştı.

Son sayfaya geldiğinde, kırmızı kalemle yazılmış şu şiiri buldu.

Aşkı aradım senin nefesinde,

Kokunda saklanır sandım da,

İçime çektim yokluğunun her saniyesinde…

Ne sen sendin kendince,

Ne de ben bendim.

Bir mananın bütünlüğünde aşkı aradık biz sessizce,

Oysa aşk bize koşarken,

Biz kaçtık ondan ölesiye.

Şimdi mana ne sen de saklı,

Ne benim hüzün dolu gözlerimde.

Sen benim için aşkın manasını giydirdiğim bir surettin sadece…

Evrenin yasası bir kez daha yerini bulmuştu, ait olan ait olduğuna sonunda kavuşmuştu.

SON

Küçük Kara Balık/ İlk Baskısı
Küçük Kara Balık/ İlk Baskısı