İnin pahalı araçlarınızdan, çıkın emekli bir amcanın ömrü boyunca çalışıp çeyreğini bile alamayacağı villalarınızdan, rezidanslarınızdan. Bir bakın çevrenize, insanlara, insanlığa… Kaldırın başınızı telefonlarınızdan fotoğrafına bakıp, üzülüp, ağladığın o ayakkabısı olmayan çocuk tam karşında duruyor. Neden üzülmüyorsunuz? Yoksa o gerçek mi? Telefonda baktığınız fotoğraf kadar masum gelmedi mi?
Her sabahın 6’sında nefes almaya zorlanılan otobüsle nefret ettiği bir işe gidip, sevmediği şeyleri almak zorunda bırakılan o kadını gördün mü? Onunda hayalleri vardı, güzel, modaya uygun kıyafetler almak ya da ya boğaza sıfır bir yerde güzel bir kahvaltı yapmak gibi. Ancak o kadının asıl derdi her sabah içmek zorunda olduğu stres haplarından dolayı aldığı kiloları oluyor. Çünkü toplum kadının yaşadığı zorluğa değil, göbeğindeki gramaja bakıyor. Boğaza sıfır hayalleri olan kadın, şimdi ekmek parasının peşinde üstelik sıfır bedende olamadı. Ne hayali kaldı, ne de toplumun dayattığı güzellik anlayışı. O kadın her sabah o otobüse biniyor ve sevmediği işine gidiyor.
Suriye’den kaçıp geldi Türkiye’ye, buradaki adı da ‘İnsan’dı. “Erkek adam savaştan kaçar mı? Bu adam kendi ülkesine bile sahip çıkmamış” dediler. Türkçeyi konuşamıyordu adam akıllı ama anlattı derdini anlatabildiklerine ve onu dinleyenlere. Dört kardeşlerdi, dördü de erkekti, dördü de evliydi, dördünün de çocukları vardı. İç savaş çıktı ülkesinde, kardeşlerinin hepsi çatışmalarda teker teker düştü toprağa. Tek yetişkin erkek ‘İnsan’ kalmıştı, oda ölürse kendi ailesi ve kardeşlerinin ailesi ne yapacaktı? Tek çare vardı, Türkiye’ye gitmek. Topladı eşyaları, baktı belki de son kez evine, kardeşleri ile beraber yürüdükleri yola, vatanına… Belki bir daha geri dönmek nasip olurdu. Geçti sınırdan, girdi Türkiye’ye yerleşti derme çatma bir eve. Korkuyordu, yabancı bir ülkedeydi, ailesine bakmak zorundaydı. 2+1 bir gecekonduda 17 kişi yaşıyorlardı. Bir markette günlüğü 20 TL’ye bir iş bulmuştu. Sanki 50 yaşında değilmiş gibi çalışıyordu. Kolay mı hiç? 17 kişi ekmek bekliyor ondan. Bu kadar çalışmaya yürek dayanır mı? Hayatın yıkamadığı o ‘İnsan’ ı bir kalp krizi yıkıyordu. ‘Savaştan kaçan bu adam’, ülkesine yeterince sahip çıkmamış mıydı?
Fakir bir ailenin kızıydı, adı ‘Masumiyet’ti, henüz 16 yaşındaydı ama omzunda 40 yaşında bir kadının yükünü kaldırıyor gibiydi. Babası o 7 yaşındayken vefat etmişti. Annesi başka bir adamla evlenmişti, çünkü mahalle de ‘dul kadın’, ‘sahipsiz kaldı’, ‘kimsesiz’ diye laf çıkardı. Seneler geçiyordu, ‘Masumiyet’ büyüyor, 12 yaşına geliyordu. Derslerinde çok başarılıydı, okuyup hem kendini hem de kendi gibi yoksulları kurtaracaktı. En büyük hayali polis olmaktı. Baba dediği kişi ise, ‘Masumiyet’ büyüdükçe ona farklı yaklaşmaya başlamıştı, ancak ‘Masumiyet’ bunu kendine bile itiraf etmekte zorlanıyordu. Annesinin kocası olan o yabancının pislik elleri, ‘Masumiyet’e farklı dokunmaya başlamıştı. 16 yaşına kadar tam dört sene boyunca bir kansızın, yaptığı her şeye katlanmak zorunda kaldı. Çünkü daha çocuktu, çocuk… Annesine anlatmıştı zaman zaman, yalvarmıştı ona, ‘boşan’ demişti, ‘bana sahip çık’ demişti. Annesi ise kızının yaşadığı, tacize, cinsel istismara, tecavüze tepki göstermek yerine, ‘mahalleli bize ne der’? diye düşündü. ‘Masumiyet’ derdini kimseye anlatamadı, onun gibi yüzlerce kızda derdini kimseye anlatamıyor. ‘Masumiyet ’in hala en büyük hayali polis olmak ve onun gibi yüzlercesini kurtarmak…
O bir karton toplayıcısıydı. Adı ‘Emek’ti. En büyük hayali, bir apartman dairesinde kendi ailesiyle birlikte oturmaktı. Yetimhanede yediği dayaklardan ne zaman kaçsa, ailelerin çocuklarını getirip, oynattıkları o parka giderdi. Orada kendi çocuklarını oynatıp, koşuşturmalarının hayalini kurardı. Yine dayak yediği günlerden birinde kaçtı ve o parka geldi ve bir daha yetimhaneye dönmedi. Emek sokaklarda yattı, dayak yedi, bıçaklandı, hastanelerde uyudu. ‘Ne olursa olsun, hayat nasıl gelirse gelsin kötü olmayacağım’ dedi. Halde hamallık yaptı, yediği yemek neydi ki, gücü olsun. Dayanamıyordu Emek, düşe, kalka çalışıyordu. Bir sabah uyandı ve kararını verdi. Kendine şöyle güzel, kıyak bir karton arabası aldı. Şimdi yanımızdan geçiyor Emek, hayalleri için çok çalışıp, önce bir kamyonet, sonra da bir apartman dairesi alacak ve ailesini kuracak. Gördünüz mü onu?
Ayakkabısı olmayan o çocuk, hayallerini sıfıra indiren o kadın, kalbine yenik düşen İnsan, acılarını dile bile getiremeyen Masumiyet, kötü olmamak için kötülük gören Emek… Hepsi biziz, hepsi tam yanımızda karşımızda ya da hemen arkamızda duruyor. Bu hayatların böyle olmasının suçlusu biraz da biz değil miyiz? Kafalarımızı gömdüğümüz o yalan dünyadan çıkaralım ve gerçeklerle yüzleşelim. Sen birine elini uzat, dünya daha güzel bir yer olacak göreceksin. İyilerin bir araya gelme zamanı gelmedi mİ? Bu kadar kötülüğün ve kötünün arasında kaybolup gidecek miyiz? Benim bir fikrim var. İyi insanlar, o büyük, yeşil güzel çınar ağacının altında toplanalım, çok kalabalık olacağımıza eminim.