“Gidiyoruz” adlı serginin üzerinden aylar geçmişti, belki bu aylar bir sene veya seneler tutarındaydı ve sonuç olarak yavaş yavaş gidiyorlardı. Mevsimlerden ilkbahar veya yaz değildi fakat kışta değildi. Daha çok baharın sonlarını andıran ama yaza ulaşmaya istekli olmayıp kıştan birkaç gün araklamış, o an için ismi olmayan bir mevsimdi. Güneş bulutların arkasında gizemli hallerdeydi “buralardayım ama işim belli olmaz” dediği biraz izlenince anlaşılıyordu.
İşte o gün kadim dostlarımdan Semih cenazede görevliydi ve beni de davet etti ve bende icabet etmek için çok düşünmedim ve ettim. Oraya vardığımda yoğun bir kalabalık vardı. Bu kalabalığın yoğunluğunu oraya doğru giderken uzak mesafelerden gelen burun çekme ve hüzün seslerinin çokluğundan az çok kestirmiştim ve yanıldığım söylenemez. O anda “Gidiyoruz” adlı serginin konseptini de tam olarak anlamıştım. Geçen süre içinde cenazeler hazırlanmıştı ve ilk veda edenlerden biri duayen sanatçı H. Çorbacı idi.
Cenazeye geçmeden önce kalabalıkta yer alan birkaç enteresan karakterden bahsetmezsem olmaz. Buraları okuduktan sonra “iyi ki bahsetmiş” diyeceksiniz. Öncelikle en dikkat çekeni yaşı hayli ilerde olan, aslında yıllar önce ölmüş ama bir şekilde yaşayan adamdı. Sırası geliyormuş gibi bir hali vardı. Yüzünde: Şehirlerarası bir yolda mola verdikleri küçük işletmede tuvalette olduğu esnada otobüsü kaçırmış ve ne yapacağını bilemez bir şekilde oradaki işletmeci ile fikir alışverişinde bulunmaya çalışan çaresiz bir insanın ifadesi vardı. Dikkat çekici noktası da işte bu yüz ifadesi ve bir ölüden farksız oluşuydu. Çok üzgün olduğu belliydi. Yanındaki, en yakın arkadaşı gibi bir hali olan kişiye “benimde sıram geldi sanırım” diye bir şeyler fısıldıyordu. Evet, fısıldıyordu çünkü gücü sadece fısıldamaya yetiyordu.
Diğer kişi ise yüksek sesle ağlarken bir şeyler söyleyen yaşlı bir kadındı ve o kadın Çorbacı’nın karısıydı. “O ölemez, ölemez! Kabul etmiyorum! Bana ölümsüz olduğunu söylemişti! Kandırıldım !” diye haykırıyordu.
Bir diğer dikkat çekici kişi ise orada tezgah açmış, genç sayılabilecek yaştaki kişiydi. Fırsattan istifade edip Çorbacı’nın resimlerinin kopyalarını kelepir fiyata satıyordu. Bunun yanında çeşit çeşit boylarda boyalarda satıyordu. Ekonomik krizin onu incittiği belliydi. Yüzünde: Kısa zaman önce girdiği merkezi sınavın notu açıklandığı haberini alan ama o an için bakamadığından dolayı umut, heyecan ve hüznü aynı anda yaşayan bir insanın ifadesi vardı.
Cenazeye dönecek olursak, artık vakit gelmişti… H. Çorbacı’nın cenazesi yaptığı anlamsız resimlerin sarılı olduğu tabut ile yavaş yavaş çıkarılıyordu. Çıkarıldığı esnada müzik sistemi de çalıştırıldı. Fondaki müzik “King Diamond – Goodbye” parçasıydı. Tabutu taşıyanlar ise onun en sadık dalkavuklarıydı. Kapıdan çıktıklarında müthiş bir alkış sesi, burun çekme sesleri ile karıştı. Herkes ellerindeki boya tüplerini tabuta doğru sıkıp fışkırtıyordu… Tabut renk skalasına dönmüştü. (Çorbacı’nın vasiyeti Picasso’nun yanında gömülmekti ama kabul edilmemişti) Bütün bunlar yaşanırken Çorbacının ruhu belki de çoktan yerine varmıştı. Belki de Cennet veya Cehennemin kapısında son işlemleri yapılıyordu…
Bu tören yaşanırken bizde Semih ile iki karanfil atıp bölgeden ayrılmaya başlamıştık (Karanfiller tabuta yapışmıştı) . Çay içmek için bir yer aradık ve bulduk. Olayın hüznü bizim üzerimizde yoktu, biz çay içerken kendi dünyamıza dönmüş güzel sohbetler diyorduk. Diğer kadim dostlarımızdan o an için uzaktık tek sıkıntımız buydu.
Güle güle Duayen
hımm güzel bilgilendirme olmuş. siteniz süper cok faydalı saolun.