Nostalji tramvayının ardı ardına patlayan çan sesleri, şehrin kalabalık ve nemli sokaklarında sadece yoluna çıkanları uyarmak maksatlı değil, bu Müslüman sokaklarında dolaşan gayri Müslimlerin kulağına, sanki bir kilise çanı misali gelip onları manevi bir huzura ve nostaljik olmasından ötürü de yaşadığı zamanı bir türlü benimseyememiş güruhun yorgun ruhlarını, bir nebze de olsa olmak istedikleri zamana götürmek için çabalıyordu sanki.
Vedat ile Asım ise, bu tramvayın içinden ziyade dışında seyahat etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Bir yandan düşmemek için tramvayın arkasındaki ince demirden çubuğa sıkı sıkı tutunurlarken, diğer yandan, yaklaşık yarım saat önce ellerine tutuşturulan ve Işık caddesindeki tüm binaların posta kutularına koymaları söylenen Süper Market broşürlerinin rüzgardan sağa sola saçılmamasına gayret gösteriyorlardı. Bir ara Vedat, Asım’a çaktırmadan elindeki broşürleri demiri tuttuğu kolunun altına sıkıştırıp boşta kalan eliyle kot pantolonun daracık cebinde, bir de aksi gibi en dibe sıkışmış tek dal sigarasını hasar vermeden çıkarmaya çalışıyordu.
Tramvay Işık caddesinin ortasına geldiğinde, durmasını bile beklemeden atladılar tutundukları yerden. Kaldırım kenarında birikmiş moloz yığınına atlayan Vedat, ayağı burkulsa da küfrederek birkaç adım sendeledikten sonra tekrar o normal yürüyüşüne geçmiş Asım ise birkaç adım ilerisinde, Vedat’ın bu sakar haline gülmemek için zor tutuyordu kendini.
– Bişeyin yok dimi lan?
– Yok bişey yok. Gülme sakın sikerim belanı.
– Gülmedim lan orospu çocuğu hemen atar yapma.
– Bak Asım bu öğlenin sıcağında sen açtın bu işi başımıza. Zaten o market müdürü olacak elemana da ayar oldum, senden çıkarmayayım şimdi tüm hıncımı.
– Fena mı lan. 3-5 kuruş para görecek işte bu sayede cebimiz.
– Ne para ama be. Hayatımız kurtulacak vallahi.
– Günde kırk lira fena değil.
– Ne kırk’ı lan. Yirmiyi tutuşturdu şutladı işte herif bizi.
– Yarısını da iş bitince verecekmiş ya işte.
– Yemin ediyorum malsın sen Asım. Kokain mi satıyoruz amına koyim ne işi, ne yarısı?
– Öyle deme lan. Ben tanıyorum bu adamı. Delikanlı adamdır. Yapmaz öyle yamuk. Hem yapsa ne olacak ki. Yirmi lirada iyi para bizim için. En azından adam gibi karnımızı doyurup, üzerine de rızkımızı yakarız. Bıktım lan kaç gündür peçeteye çay sarıp içmekten.
– Haklısın! Yirmi lira da hiç fena para değil. O yüzden daha fazlasına ihtiyacımız da yok açıkcası.
Cümlesini bitirir bitirmez birkaç adım ötesinde ki çöp bidonuna doğru yöneldi Vedat. Elinde ki broşürleri çöp bidonuna atıp gülümsedi.
– Hadi bugünlük bu kadar çalışma yeter. Bırak sende elinde ki işleri de gidip adam akıllı bir karnımızı doyuralım.
…
Işık caddesi şehrin en şaaşalı caddelerinden biridir. İnsan bu caddede dolaşırken ister istemez zengin olma hayalleri kurar, kendini bu caddenin şaaşasına ister istemez hapsederdi. Vedat ve Asım, ne zaman bu caddeye yürüyüşe çıksalar, karşılarına çıkan ilk sayısal loto bayiine uğrar ve bir sonra ki gün buradan yürümek yerine belki de az önce yanlarından nasıl geçtiğini bile anlamadıkları o son model aracın içinde hayal ederlerdi kendilerini. Hem belki bu caddede dolaşan birbirinden güzel kadınlardan biri de olurdu yanlarında belli mi olurdu.
“O zaman küfretmeyi bırakırım” derdi hep Vedat. “küfür yakışmaz zenginlerin ağzına” hem ne demişti o çok sevdiği şair amcaları; “küfür burjuvanın ağzında lağım çukurudur.” İşte belki de tam bu yüzden bırakacaktı küfretmeyi. Kibar davranmanın, sadece zenginliğin erdemi olabileceğini savunurdu hep.
Pek uzun sayılmayacak bir yürüyüşün ardından, caddenin sonundaki küçük büfeye vardıklarında paralarını birleştirip olabilecek en ucuz harcamayla karınlarını doyurmak için aldıkları küçük bir yoğurt ve ekmeğin yanı sıra arda kalan parayla da poşetledikleri biraları ve bir paket birinci sigarasını da alıp, büfenin karşı tarafındaki, bir zamanlar kendilerini satanist adleden bir grup gencin sığınak olarak kullandıkları, Akdeniz’i tam cepheden gören eski bir hangarın yıkık dökük duvarına yerleştiler. Ekmeği elleriyle bölüp, sanki aylarca aç kalmışlar gibi yoğurt kovasına daldırırlarken, önlerinde duran bu eşsiz manzara, neden zengin olmak için çalışmak yerine, bunu şansa bırakmayı, hatta şans bile değil, hayalden öte adım atmamaları gerektiğini anlatıyordu kendilerine. Çok paraları olsa bile, yine deniz manzaralı bir yerde karınlarını doyurmak istemeyecekler miydi bir şekilde?
“Zenginlik modernleştirir” dedi Vedat. “ Modernizm ise kibarlaştırır insanı. Kibarlaşan insanın, etrafında dönen dolaplara da tepkisi hep kibardır. Slogan atmaktan öteye geçmez. Yada kuru kuruya bir lanetlemeden… Sistemin işine gelir bu zayıf karşı koyuş. Sen kibarca alkışlarken onlar acımasızca öldürürler seni. Bu yüzden hep gariban mahallerde sökülür kaldırım taşları.”
– Kafanı sikeyim senin Vedat. Zenginlikle, kibarlığın ne alakası var amına koyim.
– Şimdi lüks bir restorantta çatalın ucundaki eti dudağına değdirmeden yiyen adamla, yoğurt kovasına on parmağını da sokan kendini bir mi tutuyorsun.
“Haklısın” dedi Asım. Elini tişörtüne silip poşetten çıkardığı biranın kapağını dişiyle açıp büyük bir yudum aldı biradan. “ver şu rızkımızdan bir dal yakalım”
Uzun zamandır birinci sigarası içerdi ikisi de. Sigaraya da “rızk” diyorlardı kendi aralarında. Limanda demlendikleri bir akşam şişe toplayan bir adam ikram etmişti bu sigarayı ilk defa onlara ve “isminin anlamını bilmediğin sigarayı içmek haramdır” demişti uzatırken sigarayı. Birinci’nin anlamını sorduklarında da “Biz İşçiler Rızkımız İçin Nice Cinayetler İşledik” cevabını alınca, ikisi birden sanki aralarında gizli bir anlaşma yapmışcasına bundan böyle sadece Birinci içmeye karar vermişlerdi. Asım’dan ziyade Vedat’ın böylesi saçma duyarlılıkları olmuştu hep ufak tefek. “İş hayatı” kavramından da bu adamla yaptıkları ve sabaha kadar süren konuşmaları tiksindirmişti Vedat’ı. Daha önce ismini söylemediği bir şirkette muhasebeci olarak çalışırken, birden elinde ki her şeyi bir kenara bırakıp hiç bilmediği bir şehre gelerek, salt temel ihtiyaçlarını gidermek için yaşamaya başladığını anlatmıştı. “İnsan oğlu bir garip” demişti adam. “yaşamak uğruna gereksinim duydukları en temel ihtiyaçlarını ikinci plana itip, lükslerini icat ettiler. Sonra o lüksleri elde etmek uğruna deli gibi çalışmayı, yorulmayı ve hayatlarını mahvetmeyi… ve bu mahvettikleri hayatlarından bir süreliğine de olsa uzaklaşabilmek için yıllık izinlerini bekleyip, tatile çıkmayı. Ve tatile çıkar çıkmaz uyumayı hayal ettiler. Dilediklerince uyuyup yemek yemeyi ve dilediklerince sevişmeyi. Kısacası yine o en başta ikinci plana ittikleri temel ihtiyaçlarını karşılamayı. Ve bunun sonsuza dek böyle sürmesini hayal ettiler” Asım’dan ziyade Vedat’ın, hayatına anlam katabilmesi için bazen böyle süslü cümlelere ihtiyacı olmuştu hep. Ufak tefek…
İlk defa gün tam olarak batmadan bitirdiler biralarını. Oturdukları yerden kalktıklarında Asım, Vedat’a nazaran alkole daha hassas vücudunu Vedat’a yük etmiş, beraberce yürümeye başlamışlardı tramvay durağına. Asım, Vedat’tan bir dal daha rızkını istemese belki de Vedat hiçbir zaman farkına varmayacaktı sigara paketini unuttuğunun. Aklına kotunun cebinde duran ve çıkarmaya çalışıp çıkaramadığı tek dal sigara gelse de, elini cebine atıp ta paramparça olduğunu fark edip, eliyle çıkardığı bir tutam tütünü, arka cebinde unuttuğu market broşürüne saramayacağını anlayınca, yerde az sonra sönecek olan küçük izmariti alıp, tutuşturacaktı Asım’ın ağzına.