Bir Zıpzıp; Necdet Kökeş

1
650
Bir Zıpzıp; Necdet Kökeş

En güzelini merhum Nasrettin Hoca özetlemişti. Hani meraklı bir çoban hocaya sormuş, “Hocam şu gökteki ay her ay yenileniyor, peki eski ayı ne yapıyorlar?” diye…

Çoban haklı tabii.

Gecemizi aydınlatan ay, her ay bir hilal olarak doğuyordu. Hem de belli belirsiz bir hilal olarak. Sonra dolunaya dönüşüyor ve bu dönüşümü de 15 günde tamamlıyordu. Ve derken bu defa tersine erimeye başlıyor ve yine bir hilal şekline bürünerek, silinip gidiyor.

Ama biz karanlıkta kalmıyorduk, gözlerimizi kapatıp, başımıza yorganı çekmediysek!

Çünkü her zaman yeni bir dönem başlıyordu…

Ve derken yeni ay gökte arz-ı endam ediyor. Devran böyle sürüp gidiyor. Peki eski ayı ne yaparlar?

Merhum Hoca’nın cevap, bugün bile birçok sıkıntıyı anlatacak türdendir; kırpıp kırpıp yıldız yaparlar.

Aslında hocanın benzetmesi bir işe yarardan yeni işe yararların doğmasıdır ama bugün anlaşılanı o değil.

Özellikle eski şöhretler için bu örnek sıkça verilir.

Mesela, eski starları kırpıp kırpıp dizi oyuncusu yaparlar.

Eski yazarları yorumcu yaparlar.

Eski futbolcuları kırpıp kırpıp spor programlarına yorumcu yaparlar.

Eski televizyon programcılarını kırpıp kırpıp “Güzel konuşma üstadı” yaparlar.

Ya da eski şöhretleri kırpıp kırpıp ufak tefek reklamlarda oynatırlar.

Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür ve bu devran kaçınılmaz şekilde sürüp gider.

Ama bu örneklerin çoğunda “övme” değil, “yerme” amacı güdülür.

Bir zamanlar çok ünlü olan, hayranlarının başını döndüren birçok meşhur ismin unutulduğunu, kendi haline bırakıldığını ve çoğunun sersefil bir hayat sürdüğünü öğrenmek her zaman mümkün olmaz.

Belki de bu insanlar ürettikçe vardır, ürettikçe bilinir, ürettikçe tanınır diye özetleyebiliriz. Belki de üretmesine izin verilmediği için kabına sığmayıp taşanlar da vardır.

Ne olursa olsun, yeni bir jenerasyon geldiğinde eskilerin kıymet-i harbiyesi kalmaz ve yavaş yavaş yeni nesil sahnedeki yerini alır, eski nesil ise mezara doğru yol alırken, sahneden de yavaş yavaş çekilmeye başlar. Bu çekilme bazen çok hızlı, bazen de çok yavaş olur ama sahneden inme, “ölmek” manasına gelmeyeceği için, hayat bir şekilde devam eder, ama zorlukla ama kolaylıkla ama acıyla ama sevinçle…

Ama bunu kabullenmek çok da kolay değil, hiç de kolay değil.

Eski şaşalı dönemler özlenir, ünlü olmanın hazzına her daim varma arzulanır. Halen aranan, sorulan, sevilen, merak edilen olmak ister. Elbette herkes şöhreti istemez ama hiç kimse de bir köşeye atılmak istemez, işe yaramaz kalmayı dileyen olmaz. Belki de beş parasız, avare bir şekilde, hiçbir sosyal hakkı olmadan sokaklarda kalmayı da dilemez.

Her sanatçı kendince ünlüdür, kendince başarılıdır, kendince olmazsa olmazdır ama ne kadar önemli olursa olsun, bir süre sonra “gündem” onunla belirlenmeyecek, belirlenen gündemin hiçbir yerinde de o olmayacaktır.

Çok az insana nasip olan ebedilik, yazdığı eser veya yaptığı başarıların yüzyıllar sonra anlaşılması nedeniyledir. Ne yazık ki bugün dilimizden düşürmediğimiz birçok güzel söz, elimizden düşürmediğimiz birçok kitap ve eserlerini dinlediğimiz veya izlediğimiz birçok sanatçı, yaşadığı dönem boyunca sefalet içinde yaşamıştır.

Belki gerçekten de sanat karın doyurmuyordur; ya öldükten sonra ya ölmeden önce öldürüyordur!

***

Örnek çok var ama bir örnek var ki, bana 2 pötibör bisküviyle geldi.

Beyoğlu Belediyesinin Taksim’de düzenlediği el işi festivalini eşimle birlikte geziyorduk. Girişte bulunan bir kafeye oturduk. İki çay aldım, bir bana, biri yoldaşıma. Kafenin hemen yanında sahafları görünce, bir okuma meraklısı olarak dayanamadım ve elimde çayla stantları gezmeye başladım.

Üçüncü sahafın ön tarafında bir tezgâh vardı ama öyle albenili bir tezgâh değildi. Küçük sehpa türü bir masa, masanın üstünde İstanbul manzaralı not defteri, kalemlik, çay altlığı gibi ufak tefek şeyler vardı. Satıcı veya tezgâhın sahibi bunları 5 liraya, 10 liraya satıyordu.  Alınan ürünün üstüne imzasını da atıyordu. İşte bu tezgâhın önünde bembeyaz saçlarıyla, 74 yaşından daha genç gösteren zıpzıp bir ihtiyar delikanlı vardı. Tabii bütün bunlar dikkatimi önceden çekmedi. Ben meraklı gözlerle kitaplara bakıp, çayımı da gayriihtiyari yudumlarken, gözümün önüne iki pötibör bisküvi uzandı. Çayla iyi giderdi, aldım. Meğer içi geçen tezgâhın başındaki kişi, masanın altında sakladığı zuladan bisküvi yiyecekmiş, benim elimde çayı görünce “iyi gider” diyerek, bana da uzattı.

Bu ihtiyar delikanlıyı bir yerden tanıyordum elbet ama nerden, nereden…

Sonra tezgâha dikkatli baktım, eski filmlerde yer alan kendi görüntülerinin olduğu onlarca resim vardı. Bazen Battal Gazi’nin yanındaki cengâver, bazen bir komedi filmindeki yerinde duramaz karakter.

Necdet Kökeş’di bu kişi…

1944 yılında Adana da doğmuş, 1970 yılında Bütün Aşklar Tatlı Başlar filmiyle oyunculuğa adım atmıştı. Cüneyt Arkın’ın başrolünü oynadığı Battal Gazi serilerinde Zıpzıp karakteriyle tanınmıştı. Bugüne kadar 90 filmde oyuncu, 10 filmde yapım amiri, 5 filmde de ışık asistanı olarak görev yapmıştı. Yani az kazansa da, bir zamanlar ünlü bir isimdi. Sinema Oyuncuları Derneğinde başkanlık yapan Tanju Gürsu’nun girişimiyle, 1995 yılında 39 sinema oyuncusuyla birlikte emekli olmuştu. Gürsu’nun halen dua edenleri vardı, bunlardan birisi de Necdet Kökeş’di.

Kendisine stant açma izni vererek, hem eski günleri yad etme, hem de harçlığını çıkartmasına vesile olan Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’a da minnettardı…

Tanıştık…

Benim söyleyecek çok şeyim yoktu, yazıyordum işte…

Ondan söz ettik, Yeşilçam’ı, beyazperdeyi, sinemayı, filmleri, oyunculuğu, eski şaşalı günleri, bugünü, yanlışları, doğruları ve 74 yaşında halen süren o günlerin özlemini…

Nasrettin Hoca’nın çobanla ay sohbeti aklıma geldi…

Sanatın, sanatçının, yazarın, çizerin kıymetini bilmeyen bir toplumda, kendi döneminde meşhur olanların, yavaş yavaş yıldıza dönüşünü ve sonra da silinip gidişini, hep bir ibret olarak izleriz ama ibret almadan…

Bir zamanların zıpzıp Necdet’i, bugün birkaç kişi olsa da, eski günleri ansak, filmlerde nasıl oynadığımızı anlatsak, Ayhan Işık’tan bahsetsek, Cüneyt Arkın’ı konuşsak, Türkan Şoray veya Fatma Girik’ten söz etsek…

Mesele belki de sadece soğuk duvara bakmak yerine, kendisini heyecanla dinleyen meraklı gözlerle hemhal olmaktır.

Belki de beklenen sadece bir vefaydı, şu hep unutulanından…

Kim ister ki, bir köşeye atılmayı…

PAYLAŞ
Önceki İçerikİzmir Sanal Ofis
Sonraki İçerikIhlamur / Şiir
Naif Karabatak
1964 Adıyaman doğumluyum, İstanbul’da yaşıyorum. Gazeteciliğe 1979 yılında, yazarlığa 2000 yılında başladım. Birçok yerel ve ulusal gazetede köşe yazısı yazdım, söyleşi yaptım, genel yayın yönetmenliği görevinde bulundum. Şiir, deneme, öykü çalışmam var. Bir hikâyem uzun metrajlı film, bir hikâyem kısa metrajlı film olarak çekildi, birkaç hikâyem de tiyatroya uyarlandı. Yayınlanmış bir mizahi kitabım var ve ben daha çok mizahi öykü yazmayı seviyorum, yaşayamadığımdan olmalı!

1 YORUM

  1. “Vefa her kimseden kim istedim ondan cefa gördüm
    Kimi kim bîvefa dünyada gördüm bîvefa gördüm.” (FUZULİ)
    Gerçekten “Kim ister ki, bir kenara atılmayı…”
    Beyaz perdenin tozlu sayfalarından eski bir tanıdığı bize tekrar hatırlattığınız için teşekkürler Naif Bey.