İKİ
Karanlık, küf kokan bir odadayım
Beni korkutan bir koku ile sarmaş dolaş
Yankılanan bir ses duyuyorum
Yukarıdan bir yerden gelen ses bu
Kulak kabarttım bir an
Uykudasın diyor
Bu benim sesim mi?
Hayır değil ama bir an ben…
Konuşuyorum uykudayım diyorum
Yavru bir ceylan gibi kaçacak yer arıyorum
Duvarlarda boş kağıtlar asılı
Her şey çok hızlı
Ama anlamaya çalıştıkça bir o kadar yavaş
Elime bir kömür alıyorum
Çiziyorum
Devamlı çiziyorum, rastgele
Göğe yükselen bir ışık
Saniyenin onda birinde çizilmiş bir resim mi?
Ben aslında bir ressam mıyım?
Bu nasıl bir şüphe Yarabbim?
Bu nasıl bir bilinmezlik müşküllüğü
***
Diğer odalarda ne vardı?
Merak; ensemde elinde bir bıçak ile beni izliyorken
Bakmamak işten değil
Diğer oda gibi karanlık bir başka oda
Duvarlarda boş değil ölü insanlarla dolu
Ölü insanların en güzel yanı ölmüş olmaları
Canınızı sadece bu şekilde acıtırlar
Peşimde azrailmişçesine beni bekleyen şey tekrar dokundu
Bir sesler duyuyorum
Tık tık tık
Kalp atışları mı
Karşı duvara yaklaşırken bir an çiçek görüntüsü gözümün önüne geliyor
Koyu saçlarının her bir teli öyle yumuşak ki
Örgüleri bir sarmaşığı andırıyor
Perdelerin açılmasıyla ortaya çıkan tiyatro kime ait
Bana mı?
Ben öldüm mü şimdi
Anlaştığımızı sanıyordum
Diğer ölülerinde saçları çekiliyor
Kaçarken ayağıma takılan siyah saçlar bedenimi sarmalıyor
Duvarda boş olan bir yere takılıyorum
***
Arda kalan iki odada saçlarım çözülürken
Kozasından yeni çıkan bir kelebek uçarken
Günün ilk ışıkları tenimi yakarcasına delerken
Ben beyaz kundaklı bebeğe ulaşamadan, bitti.
Uyandığımda seher vaktiydi ve anca kendime geldim. Gözlerime inanamadığım şeyse karşımdaki tabloydu. Bu tabloyu dün akşam bana alan aslında Em’di. Farkedememenin aptallığı mı desem sevince çalan şaşırma mı desem garip bir histi bu. Giderek daha fazla yakın olmamızdan nefret etsem de gönül borcum var gibi hissediyorum ona. Tıpkı sana olduğu gibi. Tıpkı sana güvenip bir dünya açtığım gibi.
Yıllar var ki beni senden, seni de benden aldı Zel. Dostluğunu bir olsun bırakmadığın, yüreğinin bir köşesinde bana da yer açtığın için sana ne kadar teşekkür etsem az. Sen benim için değerli bir mücevhersin. Takmadığım zaman kutunda –belki dünyanda- her zaman evimdesin. Taktığım zamansa insanı asil kıldıran cinstensin.
Hatırlar mısın Ankara’da bir ev arkadaşım vardı. Onu sana anlatmak çok yapay gelirdi. İkinizin de bende yeri ayrıydı. İnsanları ayrı ayrı sevmek benim en önemli özelliğim herhalde. Çok sevdiklerim aşırı aşırısı bende önem ve bir o kadar da hassasiyete sahiptir. Kendi psikolojik yoklamalarım doğrultusunda fark ettim ki ikinizi de sevgililerinizden kıskanıyorum. İkinizi de başka dostlarınızla görmekten hoşlanmıyorum. Doğum günümde ikinizi de yanımda istiyorum. Yılbaşında da öyle. Ama öyle zaman geçti ki sensiz. Tatillerde içilen tek kahveyle kaldı bu sevdalarım. Sen de demez misin keşke? Tek çocuk olmanın verdiği zorluk olsa gerek. Senin bir ablanın ve bir kardeşin vardı, Sude’nin ise üç kardeşi vardı. Ailelerinize ne kadar özendiysem o kadar da içine girip hayran kalmışlığım vardır. Kardeşlerim olarak sizi seçtiysem de kaçmanın verdiği suçla beraber içten içe size kavuşma hayalleri kurar oldum. Yolun sonuna geldiğim rüyalar artıyor. Çoğunlukla gözümün önüne de ikiniz geliyorsunuz. Bazen alarmı üçe kuruyorum, dondurduğum Facabook hesabımı açıp ne alemdesiniz diye yokluyorum. Beni çevrimiçi görünce birinin yazmasından korkuyordum aslında. Senin öğrencilerini, Sude’nin de sevgilisiyle olan fotoğraflarını görünce üzülüyorum. Minik elma yanakları kızlara bayıldığımı söylemeliyim, yaramaz oğlanlarında hakkından geleceğinden eminim. Sude ise aralarında devamlı çelişkiyi gördüğüm ‘ayrılamadığı’ Yusufçukla gülüyordu. Başta pek yormuyordu itiraf etmeliyim can dostum. Canımın acısı az idi. Sonra sen ne yaptın? Benimle ilgili bir yazı paylaştın üstü kapalı. Sabaha yaklaşan bir kış sabahında, Roma’da her şeyin kafama dank etmesiyle başladı. Her yastığa başımı koyduğumda gözlerim yaşlarla doluydu. Bilmeni isterim ki yastığımın ıslanmasından nefret ederim. Burnumu ve gözlerimi kızartana kadar silip yatmaktan yıprandığım oluyordu. Öyle gecelerin sabahında –zaten en fazla iki ya da üç saat uyurdum- daha beter bir kusma, halsizlik içinde adım atardım sokağa. Mutfakta içtiğim sebzeli makarnalı çorba bana iyi gelirdi. Sonra önlüğümü giyer, salına salına gülücük saçmak maksadıyla gezinirdim. İçimde öksürük şurubu içmiş küçük çocuğun buruşuk suratı yatardı.
Sen üzgündün evet ama Sude ne düşünüyor bilmiyordum. Kaçmamdan evvel biz birçok plan yapmıştık. Ankara’da buluşuyorduk en son ama ben rüzgarda uçuşan pisik(tüy) gibi kayboldum. Eminim bana çok kızmıştır. Bi’daha anlatayım sana Sude’yi; tatlılık abidesiydi gözümde. Her Karadenizli gibi içinde komedi barındıran ama hemen kızan asla hatayı kabul etmeyen birçok huyu vardır. Hepsi bir bütün olarak onu yansıtıyordu. Bembeyaz bir teni vardı. Boyu bana göre kısa, gözleri çakmak çakmak, özgüven fışkıran bir kızdı. Zamanla ikimizde büyüdük. Kadın olma yolunda yalnızlık, açlık, irade, ufak mum ışığı gibi sallanan geleceğe adım attık. Okula gittik, eğlencelere katıldık, sadece ayrı ayrı ders çalışırdık çünkü ben onun tamamen dikkatini dağıtırdım. Tatillerde de çalışırdık. Çalışmaktan kaçmazdık. Ama asla çalışırken mutlu olmazdık. Öyle anlarımız vardı ki zaman nasıl geçer anlamazdık, tadı lokum gibiydi.
Bir gün gece işten çıkmıştık, bir kafede ekstra olarak çalışıyorduk. Şaka gibi ben çok açtım. Yemeklerin içinde çalışıp eve gelip yemek yiyen ben düşün. İştahımın bu kadar açık olması kimseyi şaşırtmazdı. Dedim ki Sude’ye Mc Donalds’a gidelim. Gece saat biri vuruyorken, boşalırcasına yağan yağmur altında tek açık olan yere arka sokaktaki ‘hızlı yiyecek’ fabrikasına koştuk. Saat dörde kadar açıktı. Kahkahalar atarak girdik, yanılmıyorsam patates kızartması ve soğan halkası aldık. Bir de kola alıp iki pipet istedik. O an ne konuştunuz desen tek kelime edemem. Beynim o anın güzel geçtiğini hapsetmiş sadece. Ben sanmıştım ki Sude hiç hoşlanmayacak bu gece yemeğinden ve bitene kadar somurtacak. Aksine o da durmadan gülüyordu.
Yatağın üstünde ya da kanepe üstünde komik danslarımı ona sergilerdim. Doğallık en sevdiğim olaydı. Kısa şortum ve uzun eski tişörtümle saçımı sallaya sallaya aptalca hareket sistemimi açardım ona. Bir kitaba bayılırsam ona da zorla okutmak isterdim. Sevdiğim yemeği ona da yapardım. Erkenden kalkıp onun sevdiği patatesli börekten alırdım. Art arda izlediğimiz dizi bölümleri olurdu. Güçlü olduğu için kavanozu hep ona açtırırdım. Şaka yollu ‘evimin direği’ derdim. Öyle ki cidden evim olmuştu.
Yine bir gün gizli kişilik ben, Sude’nin nişan yaptığını gördüm. Sende biliyorsundur. Evlerinde son dönem moda olan o nişanlanma partisi verdikleri birçok fotoğraf paylaşmıştı. Çok güzel olmuştu. Giydiği elbiseyi çok aradığını, giydiği zaman uzun uzun düşündüğünü, aynaya bakıp karar verirken kafasını bir o yana bir bu yana yatırıp baktığını biliyordum. Yusufçukla çok tartıştıkları bir nişan olduğunu da. Her bir kişiyi kıskandım. Acılarım kat be kat artıyordu. Kesinkes emindim ki pişmandım. Buradaki hayatımdan kesinlikle memnundum. Sadece herkesi arkada bırakmak için deli cesareti gerekirdi. O da ben de fazlasıyla mevcut durumda.
23 Mart
Her neyse bu sabah dediğim gibi tablo bana şahane derecede iyi gelmişti. Rüyanın da etkisiyle kafam tuhaf şeylerle doluydu. Resim çizmem, bebek, karanlık… Bir an kalkıp kalem ve kağıt aradım. Çantamdaki defterimi alıp Em’e not yazdım:
Sevgili Tombiş Emanuele ,
Tombiş kelimesini kısa süre durup düşündüm. Uydurdum mu ne? J
Seni çok seviyorum. N’olursun beni utandıracak şeyler yapma artık. Tablo harika. Çiçekler sence de beni fazlasıyla yansıtmıyor mu? Bende hayatta bir kez açtım ve yakında solacağım. Şimdilik yaşam kaynağım kesinlikle sensin dostum. Erken çıkıp geziyorum. Bisiklet sende bugün yürüyüş yapıp biraz ‘panzerotti’ yer ve işe geçerim.
Not: sana bir sürprizim var bugün.
Beyaz üstüne pembe çizgili gömleğimi, bol bir kot pantolonu ve elimde ördüğüm nar çiçeği rengi hırkamı giyip çıktım. Hava serindi ama üşütmüyordu. Uzun saçımı yandan ördüm yolda giderken. Beyaz spor ayakkabım üstünde seke seke ilerledim caddeye doğru. Otobüsü tam on iki dakika ‘Ele güne karşı’ şarkısını dinleyerek- evet üç kez falan dinledim- bekledim. Otobüse binip insanları izlemeye bayılırdım ama İtalya’da nedense zevk almıyordum. Çarprazımda oturan adamın kolunun altında bir gazete vardı. Onu bir parça okumaya çalıştım ama okurken İtalyancam neredeyse yok denecek kadar azdı. İnme zamanım gelince çiçekçi de çalıştığı belli olan bir oğlan yakınımda durdu. Beraber usulca indik. Ben sola dönüp gidecekken usulca olmayan bir göz kırpması yolladı. İri gözlerimi daha da açtım yoluma devam ettim. Daha dünkü çocuk beni tavlamaya kalktı. Aman Allahım! Ne günlere kaldık!
Hastanenin önüne geldiğimde saat daha sekiz olmamıştı. Merdivenlere geçip oturdum. Sonra aklıma Em’e yazdığım notta yazdıklarım geldi. Yakında herhangi bir yemek yenecek nokta aradım. Kalkıp bakındım ve bir ‘forno’ aradım. ‘Neden daha önce düşünemedim?’ diye yakınırken ben karşıma çiçekçide çalışan velet çıktı. Tekrar beni görmenin onda verdiği zevk olacak ki gülümsedi. Kabul ediyorum erkeklerinin ilgi çekici olması beni ilk önce Roma’ya çekmiş olabilir. Amma ve lakin tenime dokunamazlar. Allah aşkına kuzum küçücük bir çocuğun kendinden büyük bir kadına sırnaşması çok banal değil mi? Önce büyü, çapkınlık yapacaksan da beynin büyüsün. Büyüsün ki etik kuralları çiğnemesin. Daha da bir kızıp ilerdeki kahve dükkanına girip bir kahve bir de elmalı kurabiye aldım. Tekrar hastanenin yolunu tuttum. Havanın serin olması ile üşümüştüm. Rüzgarı hesaplamaya çalıştım ve köşede bir yere oturdum. Roma’da olabilirim ama Türklüğümü asla asimile ettirmiş değilim.
Yanıma birinin oturduğunu hissedince bir irkildim başta. Şu çiçekçi fazla musallat oldu diye düşünürken bana bir tutam papatya uzattı ve –anlayabildiğim kadarıyla- ‘Umarım ciddi bir sorun yoktur’ dedi ya da demek istedi. Başka bir yerden geldiği aksanının değişik olduğu belliydi. Gözlerimi gözlerine dikip gülümsedim. Geçen on saniye boyunca şaşıp kaldı.
-Ama ben bilmiyorum dilinizi, dedim. Bu sefer bozuldu ve ‘sorry’ diyip gitmeye hazırlandı. İki kolumu açıp ‘ne yapayım’ dercesine kafamı büküp güldüm. Arkasından da kahkaha attım. Kahve şimdi daha lezzetliydi. Gelip geçenleri izlemeye başladım. Çalışanlar yavaş yavaş hastaneye geliyordu. Ben hala yemek yiyordum. Bir kız -sanırsam hemşire olarak çalışıyordu- çok şık bir ayakkabı giymişti. Öyle beğendim ki nereden aldığını sorsam mı acaba dedim. Yeni pabuç, kıyafet gibi şeyleri alma sırası değildi bundan sonra. Elimi havada salladım. Bana bakan var mı diye kontrol ettim sonra. Psikolojik bir rahatsızlığın eşiğinde olmamdan korkuyordum. Bu bana çok komik geliyordu.
Eskisi gibi kahve içemediğim için sanki mideme bir taş oturmuştu. Zel güçsüz kaldığımda kalkamıyordum. İlerliyor hastalık. Kafam avuçlarımın arasında bir süre öyle bekledim. Bileğimi çevirip saate baktım. Sekizi on geçiyordu. Buçukta girer sıra alırım diye düşünüyordum. Öylesine gergindim ki bir an önce kaçıp gitmenin peşindeydim. Halen yirmi dakikam olduğunu ve şehirdeki fazlalık hissiyatımı düşünürsek; işkenceydi. Bekle babam bekle. Kulaklığımı tekrar takıp oyalanmaya başladım.
***
Doktoru görsen Zel barmen falan sanırdın. Kısmen kel, yapılı, az yağlı bir vücut kareli siyah beyaz bir gömlek ve dövmelerle dolu bir sağ kol. Demezdin ki bu adam doktor. Odası genişti ve güneş köşeden gözüküyordu. Kocaman bir masası vardı. Üzeri düzenli birçok kırtasiye malzemesi ile doluydu. Ben odaya girip kendimi tanıtıp elimi uzattığımda o başı dik şekilde bilgisayara bakıyor sanki ben yokmuşum gibi bir şeyler okuyordu. Elim havada ben bana dönmesini beklerken benim kibirli Bülent Ersoy’um uykudan uyanmış gibi eliyle koltuğu işaret etti. Elim havada kalınca kelebek uçuşu yapıp işaret parmağımı burnuna dokundurdum. ‘Fesubhanallah’ diye bağırır diye boşuna korktum. Şaşkın ördek yavrusu ağzı açık bakarken, ‘farfalla’ dedim. Bir kahkaha patlattım ardından. Kızgın bir şaşkınlık ile bana bakıyordu. Ona yaptığım bu etik olmayan davranışı –çok da öyle ayıp bir şey değildi aslına bakarsan ıhıhı- onun bana yaptığına denk saydım ve cidden keyiflendim.
-Si, şikayetiniz nedir sinyorita?
-Akciğer kanseriyim, dedim gözlerimi gözlerine kilitleyip, ikinci evre.
-Daha önce herhan…
-Bunlar Türkiye’den aldığım raporlar, altı aydan fazla oldu ama bana tedavi yöntemi falan anlatmanızı istemiyorum doktor bey. Bana günlerimi rahat geçirmem için ilaç verin.
-Uyuşturucu gibi mi? Dedi kağıda bakmadan.
-Kısmen, dedim.
-Şurada ne yazıyor, diye sordu. Yanına yaklaşıp eğildim, fazla erkeksi parfümü berbattı. Ama ona cup uyuyordu.
-KHDAC mi? Küçük hücreli dış akciğer kanseri. Bana huzursuz bir şekilde baktı.
-Kızım, üçüncü evreye gelmiş olabilirsin, test edip ona göre sana ilaç yazmam gerekiyor. Çok zaman geçmiş.
***
Genç hemşir yakışıklı olmasa belki bir ihtimal ağlardım. İğneden benim kadar korkan bir insan biliyorsan şekerim rica edeceğim onu öp! Çünkü bulamayacağını biliyorum. Birinci sınıfta babamın Foça’da bir alışveriş merkezinde rastlantı sonucu bulduğu, kimsede bu modelden bulunmayan, benimse pilili önlüğümden nefret ettiğim zamanlar işte… Günlerden bir gün içeri dört kişi girdi birinin elinde dosyalar diğerlerinin elinde çantalar aşı yapmaya geldiler. Kimi kaçtı, kimi ağladı, kimi de benim gibi sustu. Çirkin suratlı kırklı yaşlarında bir kadın vardı ki şimdi görsem korkarım, bana o denk geldi. Genç şirin olanı ise kıl payı kaçırdım. Sonraki üç gün boyunca da ağladım ağrıdan. İşte çocukluğuma indiğim zaman psikolojim su yüzüne çıkıyor. Tahlil işlemlerinden sonra tomografiye girdim.
Çıktığım zaman saat dokuz buçuğa yaklaşıyordu. Yarım saatim daha vardı bunun için vaktimi Em’e yapacağım sürpriz için kullanmaya karar verdim. San Lorenzo tarafında bir Türk marketine gitmek için otobüse bindim tekrardan. Otobüs çok kalabalıktı, neredeyse gitmekten cayacaktım. Zar zor binince karşıdan çiçekçideki çocuğun bana bakmakta olduğunu gördüm. Kırmızı kıyafetleri gözümün önünden gitmiyor inan ki.
Kuru biber ve patlıcan dolmasını ne kadar seversin? Ya zeytinyağlı sarma? Günlerdir aklımdan çıkmıyor inan ki. Yanında köy ekmeği ve cacıkla, off nasıl seviyorum. Em’e bugünkü hediyem bu olacaktı. Hararetle markete gittim ve gerekli malzemeleri aldım. Marketin sahibi bana Türk kahvesi önerdi ama işe geç kalacaktım. Kuru dolmanın yanı sıra çeşitli bitki çayları ve baharatlar da aldım. Bütün o memleket kokan havanın içinde gezinmek bana terapi gibi geldi. Hala ayakta ve sağlam iken son bir kez Türkiye’yi görmeyi diledim Allahtan.
İşe gittiğimde bir kutlamanın tam ortasına gelmiştim. Patron neden geç kaldığımı sordu sessizce. Sadece on dakika geç kaldım dedim ve hastaneye oradan da Türk marketine gittiğimi söyledim. Tedaviye başlayacağımı sandığı zaman gözlerindeki pırıltı bana hep verecek bundan sonra. Kısaca kafamı salladım. Derin nefes alıp kalabalığa döndüm.
Kafenin ortasına koca bir masa kurulmuş herkes bir şeyler atıştırıyordu. Patron viskili kahvesinden yudum almadan önce bizim emektar kasiyerimize kaldırdı. Gideceğini anladığım zaman gözlerim doldu ve ona sarıldım. Anita Marrone; kıvırcık siyah saçlı, kırışmış beyaz tenli, koyu yeşil gözlerinde tatlılık bulacağın, altmışının üzerinde bir kadın. Biraz huysuz ve aceleci olmasından uzak durursun. Ama ben onun çok fazla sigara içmesinden rahatsızdım. Yine de onu sevmiş olmalıyım ki gitmesine çok üzüldüm.
-Yoruldum artık yavrum. Dördüncü torunum yakında geliyor ve kızımın bana her zamankinden çok ihtiyacı var, dedi giderken.
O gidedursun ben onun yerine kasaya geçtim. Heyecanımı görmen gerekirdi. Bu 23 Nisanda başkanı kovup koltuğuna yerleşmek gibi bir şeydi. Tabii yakışıklı patronum yeni bir garson arayışına girdi. Geriye kalan iki garsondan biri Janet yardım edebileceğini söyledi. Yeni garson bulunana dek ben de yardım edeceğim şimdilik. Kendince moruk, bence yufka gönüllü patronum kasaya alınca pek bir saygı duydum.
Anita olmak o kadar da kolay değilmiş azizim. Ekonometri mezunu biri olarak hızlı işlem yapıyordum paraları da iyi sayıyordum. Çocukken Yeşilçam filmlerinde kötü adam çanta dolusu parayı nasıl sayıyordu hatırlıyor musun? Özentinin böylesi bendeki de. Ehehe. Öncelikle oturduğum sandalyeyi, masayı, araç gereçleri bir güzel temizledim. Sigara kokusu çıkmadı ama benim canım çıktı vallahi. Mecazen yani. Bazı İtalyanları anlamak benim gibi biri için zaten zordu ama sarhoş olanları anlamak çok çok zordu. Patron yardımcı oldu ve ben de hayatımda ilk defa kendi mesleğime bu kadar yakın olduğum için mesut oldum.
Akşam saat altıda işten ayrıldım ve taksiyle eve geldim. Soğan, domates, biber, sarımsak, pirinç, salça çıkarıp dolmanın içini yapmaya koyuldum. Gözlerimin içi yana yana içi hazırladım. Zaten bir yemeği yaparken salya sümük akıtmasam olmayacak. Yemekler pişerken bende ekmek için hamur yoğurdum. Mayaya geldiğinde hemen fırına yolladım. Hamarat olduğumdan değil ama Em’e borçlu hissettiğimden bu kadar kastım kendimi. Bol yeşilliği olan bir de salata yaptım. Dolmayı dinlemesi için ocaktan aldım, Em geldi. Beraber sofra kurduk ve bana gizli bölmesinden en hafif şarabı çıkardı. Ne olduğunu sorduğumda ‘üzüm suyu’ dedi. İçki içmediğimden az bir yudum aldım ve böylece ona kendimce teşekkür ettim. Onun en az benim kadar mutlu olduğunu biliyor musun? En büyük zenginlik böyle anlarda dünyaya doyuyorum. Sende olsaydın şimdi keşke Zel. Güllerin içinden dinliyoruz mum ışığında.