Bir Roma Yoluna Düştüm

0
118
22 Şubat
22 Şubat

22 Şubat

Bugün Roma’nın sahaflarında elim kitapların üzerinde gezerken- Türkçe bir kitap bulabilir miyim umuduyla bakarım arada- elinde tuttuğun bu defteri buldum. Sana olanları anlatma ihtiyacı duyuyordum, sıkı sıkıya olan dostluğumuz yazma hissi uyandırdı. Hem anlatıp hem yazmak beni sonsuz rahatlatacak. Belki de anlatabileceğim tek kişi sen olduğun için.

Doğum günlerimizde hediye alırdık. İçine mektuplar döşediğimiz, bazen sıradan bazen içinde mizah gizli hediyeleri özledim. Ben sana genelde defter aldığımı fark ettim amma ve lakin şimdi içi senin de ‘sonunda’ diyeceğin şeylerle dolu. Öncelikle sakin olmanı istiyorum. Sırayla anlatıyorum sana. Sana ulaşıp ulaşmayacağı ve devam edip edemeyeceğim hakkında biraz endişeliyim. Sana söz vermeye korkuyorum.

İlk hikayeyi biliyorsun. Babamın beni evden atması. Dur durumu daha fazla açıklığa kavuşturalım. Babamla kavga ettikten sonra evle bağlantımı kestim. Daha sonra ben Ankara’ya gittim. Orada üniversiteden bir zamanlar takıldığım çocukla kalıyordum hani. Senle iletişim kurduğum son zamanlardı. O zamanlar iki ay çalışıp para kazandım. Bir alışveriş merkezinde kasiyer olarak çalıştım. Çok az ihtiyacımı karşıladım. İddia bile oynayıp az da olsa katkı sağladım. Önceki birikimlerim ve altınlarım da çok işe yaradı. Mezuniyette hediye edilen ucunda kelebek sarkan kolyem hayatımın sonuna saklayacağım bir anı olarak kalacaktı. Tek seferde çıkarıp sattım. Elimde bir miktar para birikmişti. Amacım dünyada gitmek istediğim yerleri görmekti. Kimsenin bilmediği bir sırrı elinde tutmak ne kadar tehlikeli?

***

Annemden sonra bana da kanser teşhisi kondu. Tedavi olmama gibi bir karar aldım. Ne kadar yerinde bir karar tartışılır. Benim ruhsal durumuma bakılırsa yapamayacağım belli. Her an pozitif ve güçlü olup hastanelerde diğer hastalarla tedavi olmak mı? Bunu başaramam. Biliyorum. Sana gelmemi isterdin. Saklanmam da gerekmiyor. Doktor geç kaldığımı söyledi zaten. Bana çok kızdı Zel. Neden yanımda değildin ki? Annemin ölümünden sonra benim devamlı kontrollere gitmem gerekirmiş. Neyse bana kızma.

***

Ama yapacağımı yaptım. Ucuz bir bilet ve vize işlemleri sonrası Roma’ya geldim. Haritada bazı yerleri işaretlemiştim. Nerelere gidip iş dileneceğimi biliyordum. Tahmin edeceğin üzere bunun için uzun araştırmalarım oldu. İnternet gerçekten büyük bir hazineymiş. Gezgin insanların bloglarını ve Roma’ya yerleşen insanların yazılarını da buldum. Bana okuduklarımın birçoğunun gerçekçi olmadığını söyledi internet kütüphanesi. Ancak bana bunun tehlikeli bir serüven olacağını söylemedi. Öyle ki Navona Meydanı gibi yerleri sadece gezmeliydim. Cidden çok pahalı. İşe girmeyi aklımdan bile geçirmedim. Ama her defasında beni içine hapseden bir ruhu var meydanın. Gezerken huzurlu hissettiğim tılsımlı noktalardan.

Havaalanından çıkarken ellerim ve ayaklarım titriyordu. Sanki herkes benim acınası olduğumu düşünüyordu. Açlık, heyecan, mide bulantısı ve kanser beni yorgun düşürmüştü. Valizin biri ayağıma çarptı kenara çektim sonra oturmak için etrafıma baktım. Herkes valizlerini almak için sırada bekliyordu. Bir yere tutunamadan kendimi yatar vaziyette buldum. Herkes bana doğru koşmaya, bağırmaya başladı. Onları duyuyordum duymasına ama sanki transtaymışçasına Oğuz Atay’ın ‘’Tutunamayanlar’’ romanını düşünüyordum. ‘Kendine gelsene artık romanın içine düşmedin’ diye azar çektim kendime. Beni kollarında tutan bir adam vardı. Güçlü kollarından anlıyordum. Bir kadın mor çiçekli gömlek giymişti. Elbise de olabilir. Bilemiyorum. Birisi yüzüme su döktü ve yüzümü ovdu. Bu ise bir kadındı, çok nazik hareketleri vardı. Gözlerim açıktı ama sanki yeni uyanmış gibi kalkıp insanlara baktım. Hepsi aynı anda konuşuyordu. Anlamak ne mümkün!

Heyy, ben iyiyim sadece açım, dedim. Hepsi bir anda sevindi. Ölümden dönmüşüm gibi. Ama beynime kazınan şeyler bedenimi bırakmamıştı. Ölüyordum yavaş yavaş çünkü. Tekrar tökezledim. Sonra bir bayan beni tuvalete götürdü. Akan makyajımı sildi. Bir güzel tazeledi. Daha önce hiç kırmızı far kullanmamıştım. Elbisem de kırmızıydı, çiçekli köylü işi olanlardan. Bu uyumla biraz toparlandım sanki. Kadının sakinliği hoşuma gitmişti. Hala iyi değildim ve konuşmak iyi gelebilirdi. Kadına teşekkür edip, nereli olduğunu sordum. Brezilyalıydı. Ama İngilizcesi yoktu pek. Gülümseme dilinde konuştuk.

İlk gün çok zordu. Her yerde iş ve ucuza kalacak yer aradım. Sonunda tam hüsrana uğradım derken ucuz bir ev kiralama şansına nail oldum. Hani şu stüdyo daire denilen evlerdendi. Haftalık olarak ucuz bir fiyata kiraladım.

Akabinde bir hafta boyunca elimde kitaplarla sokaklarda gezerken ya da iş ararken bir ilan gördüm; bir bar garson aranıyordu. Sırtımı döndüğüm gibi başka mahallelere daldım. Görmek istediğim en son şey ayyaşlardı. Taştan yollarda ayakkabı ayağımı vura vura gezdim.

Olmuyordu param azdı ama ne yapsam bilmiyordum. Ağlamaya başladım. Sonra çok utandım. Derin nefes alarak yürüdüm. Rüzgar sert esiyordu. Saçlarım gözyaşlarımı alıp havalanmaya başladı. Koyu kahverengi saçlarımı toplayıp açık omuzlarımı sarması için şalımı çıkarıp iskelet üzeri deriye sardım. Karşımda bir kilise vardı. Rahip ile karşı karşıya geldim. Yaşlı, kızarmış gözlerimi gördü. İtalyanca bilip bilmediğimi sordu. Az çok bildiğimi söyledim. Yanına sokuldum. Buraya yeni geldiğimi ve iş aradığımı söyledim. Bu cümleleri kurmak kolaydı artık. Tatlı bir gülümsemeyle iş verecek biri olmadığını söyledi. Bende ona tüm yaşadıklarımı anlatmak istedim. Bir gülümseme bana çok fazla iyi gelmişti. Sende Zel hiç ufak güzelleri sevip, korumak istedin mi? Ben bir Müslüman olarak büyüdüm. Tüm kavramlarını bilmiyorum ama bana açılan kapıların aslında benim kendi elimle açtığım kapılar olduğunu biliyorum. Dolayısıyla bu adam inandığı şeyler için hayatını adıyorsa benim ona saygı duymam gerekir. Kaybolmuş yıldızlar içinde belki bizi çekip çevirecekler onlar. Kitaptan kelimeleri kopyaladım ona yavaş yavaş kanser olduğumu, ailemden kaçtığımı, tedaviden kaçtığımı, anneme olanlardan sonra asla kimseye aynı hüsranı yaşatamayışımı anlattım.

Müslüman mısın, dedi.

Evet, dedim. Önemli mi, diye sordum.

Hayır, kesinlikle değil. Buraya bana gelip danışman büyük bir olay, dedi. Ben sana saygı duyuyorum, dedi el hareketleriyle. Bana bir yer tarif etti elime de referans olduğunu belirten bir kağıt tutuşturdu. Eliyle ağzını işaret etti. Bende aç olmadığımı, kahve içebileceğimi söyledim. Ancak bana papatya çayı getirdi. Benim yaptığım gibi acı da değildi. Zel görmelisin ne tatlı adamdır Peder Aleandro. Müslümanmış Hristiyanmış farketmiyormuş tekrar anladım. Gözlerim doldu yine.

Peder Aleandro’nun tarif ettiği yere gittim. Garson arıyorlardı. İtalyancam yok diye pek surat astılar ama sonra tamam dediler. En büyük peder bizim peder. Tövbe tövbe. İşi alınca rahatça gülümsedim. Kadın bir şey dedi ama anlamadım. Gözlerini devirdiler. Gülüşüm mü, dedim. Tamam anlamıyorum ama görüyorum, dedim. Hahh aptalım ya. Sonradan anladım ki benim için kıyafet var mı onu sormuş. Kabul aptalım.

On gün sonra çok mutluydum. Öğlenleri kiliseye gidiyordum. Pedere civarda cami olup olmadığını sordum o gün. Şaşırdı. Dindar olup olmadığımı sordu. Her gün kiliseye giden bir Müslüman az rastlanır şey. Allah bilir dedim. Böyle şeylerin ölçüsü olmaz Peder dedim. Neden buraya geliyorsun, dedi. Sen iyi birisin, bana umut kapısı açtın, ne zaman ölürüm bilmem ama iyi insanlar arasında ölmek istiyorum, dedim. Bunu o kadar ilkel bir dille anlattım ki yaşlı adam zor anladı. Hiçbir şey kolay olmuyor.

Peki, nasıl bir yerde çalışıyorum? Bitkilerle dolu- hatta alerjimin tavan yapmasına neden olan dikenli bitkilerden- bir bahçesi olan, sıcak(kırmızı yani) tuğlalarla yapılmış, restore edilmiş iki katlı geniş bir evden restoran. Bodrum katında bir şarap mahzeni var. Eskitilmiş şaraplar şık bir şekilde sıralanmıştı. İlk katta on masa bulunuyordu. Bir de meşe ağacından yapılmış köşede ufak bir bar vardı. Dışarıda ise on altı masa bulunuyordu. Beni kaşındıran bitkiler bütün tavanı sarıyordu. Bahçe zemini taşlarla döşenmişti, ara ara yeşil, pembe, kırmızı ve açık mavi renklerinde led ışıklar yerleştirilmişti. Akşam masalardaki mumlarla birlikte harika bir tablo ortaya çıkıyordu. Evin arka tarafında kocaman bir şefin resmi var. Resmi kim yaptı bilmiyorum ama kadın olduğu kesin. Sorduğumda patron çok hüzünlendi. Bekardı ve cidden yakışıklıydı. İtalyan genlerini güzel yansıtıyordu. Tek sorunu biraz kambur olması; uzun boyunu absürt bir şekle sokuyordu çünkü. İyi bir şef olmasının yanı sıra heykeltıraşmış, o yapmış bahçeyle beraber ufak kabartmaları. Benim sanatla uzaktan ilişkimi anlayınca şaşırdı. Ne resim yapardım ne de heykel. Zaten sorsan hepsi Leonardo ya da Michelangelo anasını satayım. Neyse bak yine sinirlendim.

Kanser olduğumu öğrendiklerinde çok üzüldüler. Patron arada flört ederdi benle, baba kesildi birden mübarek. Ben alışıyordum onlarda alışmalılardı. Neden olmasındı ki? Sende alışacaksın. Acılı tost yediğimizde burnundan sümük akar ya aynı onun gibi alışacaksın. Zorundasın. Anneme ben nasıl alıştıysam, yaralarımı annem mezardan kalkıp nasıl sardıysa sende alışacaksın.

Seni unutmuyorum. Sen olsaydın şunu anlatırdım deme lüksüm olmadığı için yazıyorum. Bilmeye hakkın var Zeliha. Yazmaya ve sana ihtiyacım olduğu için yazıyorum. İkimiz için ömürlük dostum.

İşte her hafta bir gün patronun arkadaşları toplanır yemek yerler tamam mı? Genç-yaşlı, zengin-fakir ayrımı olmaksızın dostlar çağırılır. ‘Hatun düşürme’ tabiri çok doğru olur herhalde patron için. Ama erkekler hep daha ağır basar. Yine de ben bunun her zaman harika olduğunu düşünürüm. Perşembe akşamları gece yarısına gelindiğinde biz ortalığı toplarken dostlar teşrif eder. Herkes kendi yaptığı ya da aldığı ikramlarla gelirler. Patron pizza yapar. Ben mantar sevmediğim için- bunu duyduğunda bütün restoran içinde bana bağırmıştı- ne kadar kızsa da sade pizza yapardı fazladan. Ama ben çok kalamıyordum. Evim uzak sayılırdı ve gidene kadar ya kusuyordum ya da ara ara oturmak zorunda kalıyordum.

İçlerinde ressam olan biri var Emanuele. Benim kıyafet ve takılarıma çok iltifat eder hep. Türkler hakkında hep bir şeyler sorardı. Sonra Kolyesini beğendiğim için bana hediye etmişti. Aslında kaba duruyordu, yine de sevmiştim. Yakınlaşmamız uzun sürmedi. Sakın yanlış anlama o bir eşcinsel ve erkekler hakkındaki zevkimiz neredeyse bir. Ailesi onu reddetmiş bu yüzden. Bana da bu yüzden çok düşkün. Aile konuları pek sarmıyor bizi. Benim yanımda şu an ve içinde benim olduğum koca resmi çiziyor. O kadar yetenekli ki.

Bolca güneş alan bir evi var. Bembeyaz duvarları, her yerde özenle sıralanmış kitapları var. İçlerinden biri Atatürk’ü anlatıyor. Kitabı gördüğümde oturup hunharca ağladım. Düşünmediğim kadar özlemişim toprağımı.

Televizyon yok ancak üç bilgisayarı var. Araştırma yapması içinmiş. Evi çok güzel ve ciddi anlamda zengin biri. Çokça geniş olan salon dar ama yoğun olan bir caddeye bakıyor. Boydan boya cam olan cepheden içerisinin görülmemesi için tül perdeleri belli aralıklarla asılmıştı. Uçlarından sarkan beyaz iplerle oynayan evin kedisi Sisi var bir de. Ankara kedisi denirmiş ona. Ankara’da üniversite okudum ama kedinin adını birkaç kez duydum doğrusu. Hiç bu kadar da güzel olduğunu bilmiyordum. Cahillik başa bela azizim. Tekrardan Emanuele’nin Türkiye’ye olan ilgisinin farkına vardım. Neyse. Uzun olan salonun bir yarısında dışarıyı ve birazda manzara gören deri bir kanepe yerde, taba renginde tüylü bir halı, ona uyacak iki küçük haki yeşili renginde koltuğu var. Diğer yarısı ise resim yapma olanı. Pencere kenarında ise kiremit renginde kleopatra tarzı koltuk bulunuyor. Arka tarafındaki vitrinde birçok heykel ve mumlar var. Zaman zaman yerlerinin değiştiğini gördüm. Benim gibi modellerin resimlerini çizerken esin kaynağı oluyormuş. Tek kaşım yukarıda ağzım açık kalmıştı duyduğumda. Hatta dediğine göre yeşil uzun bibloyu bir keresinde ağaç olarak çizmişti bir manzara resminde.

Evin diğer kısmında iki yatak odası ve tuvalet bulunuyordu. Mutfağı ise girişte ufak ve karışık bir şekilde öylesine konmuş gibiydi. Beğenip beğenmediğimi sordu. Bayıldım dedim -bazen İtalyancam yetmediğinde İngilizce konuşuyoruz- Çok iyi anlaşacağımızı çünkü bir odayı bana ayırdığını söyledi. Benim evimden eşyalarımı aldı küçük odaya yerleştirdi. Zaten iki valizim vardı. Önceden boş muydu bilmiyorum ya da ne yapıyordu bilmiyorum orada ama bana çok güzel bir oda hazırladı. Üstelik ben en sevdiğim çilekli milkşeykimi içerken.

Geceleri Özdemir Erdoğan’dan Bana Ellerini Ver dinleyip dans ediyoruz. Ben bilmiyorum nasıl dans edilir ama o beni kuş misali uçuruyor. O da şarkıyı bilmiyor ama ben mest olmuş şekilde gözlerim kapalı mırıldanıyorum. Esmer tenimin vermiş olduğu zarafet ve köprücük kemiklerimin eşsiz olmasından bahsederek beni resmediyor şimdi. Tombula benzeyen bedeni var ve çok şarap içmekten kırmızı durumda şu an. Ela gözlerini kesinlikle çok güzel ve yanağına bulaşmış boyaya aldırmadan konuşuyor. Sanırım buradan sonraki rotam olması gereken Barselona’ya gidemeyeceğim. Burayı seviyorum. Mutluyum.

22 Mart

Nereye gitsem bu defter de benimle geliyor. Sana yazabilmek adına tüm yolları denedim. Ama deftere bakınca o beyaz tenli, içimde ufacık bir ışık yakan, hep gülerken hatırladığım mavi-gri karışımı gözlerin karşımdaymışçasına vücut buluyor ve yazamıyorum. Zaman zaman ağlama nöbetleri geçirir oldum. Tenime yapışan bu kara lekeyi unutamıyorum. Neyse…

Öncelikle bana nereye gittin ki defteri yanından ayırmadın diyeceksin(kahkahalar). Biliyorum evet. Diyeceksin. Bundan yaklaşık olarak bir ay önce -çarşamba günleri izin günüm olduğundan- salı günü iş çıkışı arabaya atladığımız gibi havaalanına gittik. Hava yağmurluydu o gün ve sırılsıklam halde o yorgunluğa rağmen uçağa binmek için koşuşturduk. Prag’a gidiyorduk. Kesinlikle gitmem gerekenler listesindeydi. Günübirlik bir gezinin bu kadar güzel olabileceğini bilmezdim. Benim bolca uyumam için erkenden otele vardık. Sabah erkenden otele parasını alelacele ödeyip kaçar gibi sokağa attık kendimizi. Kahvaltı, görülmesi gereken yerler, fotoğraf çekme çilesi sonra tekrar yemek yeme derdi derken akşam oldu. Ara ara devamlı tatlı ya da atıştırmalık alıp hızlı adımlarla sokaklarda gezdik. Gülüşmelere karışan ayak seslerini sanırım unutmam asla.

Ama sana şikayet etmem gereken bir şey varsa o da yemeklerdir. Yemeklerin içine sence şeker konulur mu? Ben sevmedim asla da sevemem herhalde. İçinde şeker varsa tatlı olur. Değil mi? Kremalı yemeklerde beni pek sarmadı. Az yemek yemem iyi olmadı zira Em çok rahatsız oldu. Koruyucu meleğim rolünü harika üstlenmiş durumda. O üzüle dursun alışveriş yaparken ben bir köşeden gelen kokuyu almamla zıplayıp çığlık atmam bir oldu. Bir döner salonu buldum. Onlardan alışveriş yapmasını benim hunharca yemek yiyeceğimi söyledim. Merak ettiler onlar da geldiler. Ben İskender ısmarladım, onlara şiş kebabının gözlerden yapıldığını söylediğim zaman ondan istediler. Aslında kanmadılar yalanıma ama daha önce bahsettiğim baharat tadını almak istediklerini söylediler. Yersen! Kokunun peşinden geldiler avanaklar!

Döner etinin başında bir Türk vardı. Anladığım kadarıyla restoranın sahibiydi. Çalışanlar ise başka başka uyruktanlardı. Öyle güzel koku geliyordu ki anlatamam. Gözlerim sürekli döneri kesen Türk’e kayıyordu. Em’e Roma’da da dönerci var mıdır diye sordum. Görmedim ben bu tarz yerlere girmem dedi ama göz gelmesinden az korksa da gelen eti löp löp götürdü koca midesine. Biraz kızdım ama herhangi bir yorumda bulunmadım. Türkçe küfrettim. Burasını çok ilkel buluşlardı. Çokta kötü bir şey demedim ama yanımda döneri kesen silahşör geldi. Öyle utandım ki kıpkırmızı oldum. Tereyağı isteyip istemediğimi sormak için eğildi. Lütfen, dedim. Bir el işaretiyle çocuk geldi ve ekledi. Adamla biraz konuştuk ve afiyet olsun dedi ve gitti. Uzun zamandır yapmadığım şeyi, flörtü yaptım. Tuhaf olsa da eğlenceliydi de.

Millet yemeğini yerken bende kendi yemeğimi yedim. Bana Türklerin ne tarz yemek yediklerini sordular. Zor bir soruydu. Çünkü her bölgenin ayrı yemekleri vardı. Az uz anlatmaya çalışsam da pek anlamış görünmüyorlardı. Bende bir gün Türkiye’ye gitmelerini ve kültürü anlamalarını önerdim. En sevdiğim yemeği sordular tabii ki dolma dedim ve hesabı ödemeye gittiğimizde yemekten baya haz almışlardı. Yediklerinin göz olmadığını biliyorlardı ama neden öyle bir şey dediğimi sordular. Şaka yaptığımı söyledim. Dehşet veren bir yemek gelse acaba ne yaparlardı? Onları test ettiğimi söyledim. Önyargılarının olduğunu ama hiçbir şey bilmediklerini söyledim.

Ne dersem diyeyim benim içimdeki kırgınlığı anlamadılar bende göz ardı ettim. Babam hiç anlamadı beni. Boş avare gezinen biri olduğumu, içimdeki –bunu ne zaman düşünsem aklıma Halil Sezai gelir- küçük çocuğu görmez ve beni öyle yargılardı. Bu insanlar da içimdeki Türklüğü anlamıyordu. Ne kadar Em Türkiye hayranı olsa da.

Sonra bir sergiye merak saldık ve girmeye karar verdik. Emmanuel’in sergileri gibi kalabalık değildi. Onun yaptığı resimlere oranla daha küçük ve portre resimlerden oluşuyordu. Bir tanesini çok beğendim. Bir anne yeni doğmuş bebeğine sarılmak istiyordu ama uzanamıyordu. Bebek sanki göbek bağıyla sürükleniyordu. Siyah taban üzerine bembeyaz saf ten rengi masumiyeti sergiliyor olsa gerekti. Ben ise baş dönmesi mi desem bir trans hali mi desem değişik bir his içinde nerde, nasıl ve kiminle olduğumu unutmuş halde ayakta durmakta zorlanıyordum. Hani bilirsin okuduğumuz o romanda adam kendi portresini çizen ressama aşık olmuş ve çok geçmeden ona bağlanmıştı. Bende öyle hissediyordum. Gücüm çok gezmekten yorulmuştu ve yere seriliverdim. Öyle ki birkaç kişi dışında kimse fark etmedi. Kalabalık içinde bayılmam herkesin önünde ölmüşüm hissi uyandırıyordu bende.

Nazik bir elin beni tutması ve kendime gelmem herhalde birkaç saniye sürdü. Em ve yanındakileri hemen dibimde bittiler. ‘’Neredesin? Neden gittin?’’ dedim. ‘’Anlamıyorum seni, Türkçe konuştuğunun farkında mısın?’’

Toparlanıp ayağa kalktım. Siyah deri çantamı koluma astım. Herkes bana bakıyordu. O an nasıl göründüğümü merak ediyordum. Gülümsedim bana şaşkın halde bakan insanlara. Aralarından geçip lavaboya gitmek üzere izin istedim. ’Hamileyim.’ diye de ekledim. Oysa buna imkan yoktu.

Aynada siluetime bakarken yarı akmış makyajım, yorgun gözlerim, derin nefes almaya programlanmış burun deliklerimi ve akciğerimdeki lekeleri görebiliyordum. Hızla kendimi toparlayıp kalabalığa dönüyordum ki Em içeri girdi. ‘’Hey burada n’apıyo…’’ demeden bana kocaman sarıldı.       Bende izin verdim ve şişko bedeninde biraz dinledim. Bilim adamları sarılmanın acıları azalttığını ve neden birbirimizi öptüğümüzü çözememişler. O an sihirli bir değneği olan peri gibi beni güçlendiren bu kız-adam galiba yaşam gücüm olmaya başlamıştı. Elimden tutup beni uzun, zayıf, sarı saçlarını ensesinde toplamış, ince yüzlü, güçlü bakışları olan bir adamın yanına götürdü. Serginin sahibi ressam hatırlayamadığım bir isim. Önce elimi öptü. Nazik kibar elleri vardı. Beni yerden alan kişi olduğunu anlayınca biraz kızardım. O ise nasıl olduğumu ve bebeğimi sordu. O zaman yalancı kişiliğim patlak verdi. Arada baş dönmelerinin normal olduğunu, bebeğimin içimde güvende olduğunu söyledim. Elimle karnımı sıvazlarken bir an gerçekten hamileymişim hissine kapılmadım değil.  Diğerlerine baktığımda benden utanırcasına önlerine bakıyorlardı. Biraz sessizlik oldu ve beğendiğim resmin yerinde olmadığını gördüm. İri gözlerimi sonuna kadar açıp daha çirkin bir ifade ile nerede olduğunu sordum. Ressam satıldığını ve paketlendiğini söyledi. Elimden tutup beni sakin bir yere çekti. Çok güzel bakıyordu Zel. Bir an orada yıllarımı geçirip bu karşımda duran adamla yaşlanmak, omzunda her gün güneşin doğuşunu izlemek istedim. Gerçekten o an onu çok istedim. Belki şıpsevdi huyum belki cidden aşık oldum bilmiyorum. Vücudum titrek halde gümbür gümbür atan kalbime eşlik ederken; ressam bana hasta olup olmadığımı sordu. Tüm romantikliği bırakıp ellerimi çektim. Birden korkup kaçmak istedim. ‘Ne münasebet’ dedim. Yine Türkçe konuşmaya başlamıştım. Kendimi toparlayıp bana sırıtan adama özürlerimi diledim ve hasta olduğumu nerden çıkardığını sorup gitmek üzere hareketlendim. Böyle soluk tenim olduğu için merak etmiş.  Kaba olduğunu düşünmememi gibi zırvalıkları saydı ama dinlemedim. ‘Bilmeniz gerekir ki hamilelikte mide bulantısı normaldir. Bu halde soluk tenimin olması gayet normal’ dedim. Ellerinin arasına zayıf yüzümü aldı ve ekledi: Babası nerede?

Hava serindi. Üzerimde füme rengi dokuma elbisem dizimin bir karış üstünde bitse de ucundaki dantelli tül daha aşağılarda bitiyordu. Hava kararmaya başlamıştı. Elbisem uçuşmaya bense üşümeye başlamıştım. Kollarımı göğsümde bağlayıp diğerlerini beklerken bir poster gördüm. Üzerinde Çekçe bir şeyler yazıyordu ama dövme yapan bir çiftin reklamı olduğu belliydi. O an karar verdim. Dünyayı kurtarmaya giden Avengers üyeleri gibi büyük bir karar almıştım. Öyle emindim yani. Durdurulamayacak isteklerim vardı. Gidip dövme yaptıracaktım. Tepemde bir sokak lambası aydınlanırken bizimkiler elinde koca bir resimle geldiler. Ben daha hangi resmi aldıklarını öğrenemeden beni sürüklemeye başladılar ve ressamla aramda ne olup bittiğini sordular. Galiba bu ressam onları benden daha fazla etkilemişti. Elimdeki ilanı gösterip dövme yaptırmak istediğimi söyledim. Em ve ben hemen dükkanın yolunu tuttuk. Google’dan yol tarifi alıp dükkana vardığımızda saat 7’e geliyordu. Bir saat içinde işimizi bitirip gitmemiz gerekiyordu. Acele ile istediğim dövmeyi tarif ettim. Şu yaşıma kadar öylesine korkunç geliyordu ki dövme yaptırmak! Bilirsin canım kıymetlidir. Yakında ölecek olmasam yaptırmazdım inan. O anın verdiği telaş, geç kalma korkusu daha ağır bastı.

Loş yeşil ışıkların arasında birbirine aşık bu haşin çiftin fotoğraflarıyla lekelenmiş duvarlar cidden karanlık bir görünüm katıyordu. Siyah deri kanepeler düzgün yerleştirilmemiş, masanın üzerinde kirli kahve bardakları karışık bir tablo gibi dursa da benim üzerinde yattığım sedye bir o kadar temiz ve tertipliydi. Sedye üzerindeki ışık yakıldı, kadın ellerine eldiveni çok profesyonelce geçirdi ve Em’in çizdiği resmi yapmaya başladı. Ressam olması o kadar işi kolaylaştırdı ki…

Resmi ikiye ayırmasını istedim. Birinci kısım renkli ikinci kısım siyah-beyaz olsun istedim. Profilden, gökyüzüne bakan tek boynuzlu bir pegasus çizmesini istedim öncelikle. Aslında kararsızdım. Spektrum ışıkları saçmasını isterdim hep ama o an mümkün mü değil mi bilemediğimden ve telaş halinde olduğumdan sadece gökyüzünde bir güneş istedim. İkinci kısımda pegasusa simetrik biçimde bir kurt çizmesini istedim. Bu sefer gökyüzüne dolunay ve yıldızlar donatmasını istedim. Biz bunları çizerken dövmeci adam beni delip geçecek makineyi hazırladı.

Önce bir tırstım. Geri dönüşü yoktu artık. Kadın kopyayı çoktan çıkarmıştı. Bu kadar işin içine batıp kaçamazdım. Biliyorsun, her şeyden kaçamazdım. Her şeyden önemlisi Em benimle alelacele bir şekilde buraya sürüklenmişti. Vakit hırsızlığı ve haksızlık olurdu. Nefesimi tutup elbisemi indirdim. Yüzüstü sedyeye uzandım. Belimde kalçamdan bir karış yukarıda, göğüs kafesimin aşağısında kalacak şekilde istedim. Em elimi sıkıca tuttu. Korkup korkmadığımı sordular. ‘Çok fazla’ diye cevap verdim. Bir o kadar da arzu ediyordum.

‘Pegasus; hayallerim, çocukluğum, gündüzüm, dostlarım, eski aşklarım, hiç olamayacak aşklarım. O benim gülümsediğim, parıl parıl parıldadığım anlar. Ağladığım, kaçtığım zamanlardan çok uzakta yerler. Annemle beraber çilek reçeli yaptığımız zamanlar. Beraber oturup Yalan Rüzgarını izlediğimiz zamanlar. Kutladığım en güzel doğum günüm. Yoga yaparken gökyüzüyle yüzleşip sırıttığım an. Kısaca içimdeki güzel şeyler. Kurt ise; benim Türklüğüm. İnatçı yanım. Aç kalsam da susuz kalsam da dönmeyeceğim ilkelerim. Anadolu’da yetişen bir anayım. İleriye dönük adil, insancıl fikirler doğuran bir ana. Şefkatle büyüttüğüm, aşkla baktığım yarınlarım. Her zaman iyi bir insan olma hedefim. Benim gecem; rüzgarlı, alacakaranlık ve ben ateşimi yakmış bir gezginim.’

Em bunları dinlerken, ben acımın azalması için konuşmaya çalıştım. En sonunda İtalyancayı düzgün konuşuyorsun, dedi sırıtarak. O an bir çığlık bastım. Tam omurga kemiğimin üzerinden geçmişti. Derin bir nefes alıp bekledim. Yarım saat içinde büyük kısmını yapmıştı. Sadece dışındaki halka kalmıştı.

Şimdi ufak ayrıntıları yapıyorum, dedi. Em bana güzel bir şekilde güldü ve çok güzel bulduğunu söyledi. Bende ise öylesine bir merak vardı ki, devamlı arkama bakıp nasıl olmuş diye merak ediyordum. Doğuştan meraklıydım ve Em’den fotoğraf çekmesini merak ettiğimi söyledim. Bitti zaten beklemelisin, dedi. Yahu merakımdan çatlamak üzereydim. Üstelik o kadar sızlıyordu ki derim buna değdi mi diye düşünmeden edemiyordum. Hem deli gibi yaptırmak istedim yıllarca kafamda fikirler ürettim hem de sanki dünyanın en saçma olayının içindeymişim gibi hissediyorum. Benim bu ikilemlerimin tükenmesini sağlamanın yolu yoktu. Dostoyevski ne demiş: Her şeyi anIıyorum ve bu beni öIdürecek. Yaşadıklarımı, yapamadıklarımı, korkularımı, isteklerimi gördükçe kahroluyorum. Dahası içime yerleşen urdan çok içimde yeşeren umutlar beni öldürecek. Şimdi anlıyorum işte.

Ben kavgaya tutuşurken dövme bitmişti, vazelin sürülüyordu. Aynada sırtıma baktım. Kızarıklıklara hayret etmekten tamamına dikkat edemedim. Önce kurdun sonra atın yüz hatları öylesine beni kendine çekti ki acısı önemli değildi artık. Emmanuel parayı ödemiş ve gitmek üzereydik. Üzerimi giyinmeden önce kadın fotoğrafımı çekmek istedi. Peki, dedim sırıtarak.

Caddeye koşup otobüs bileti aldık. Daha sonra yakalamak için koşmak zorunda kaldık. Islık çaldım ve biri durdurdu otobüsü. Bilmem bilir misin hiç ıslık çalmamıştım hayatımda. Ahahah o anı düşününce tüylerim diken diken oldu. Neyse, bir buçuk saatimiz vardı uçağa yetişmek için broşürlerden anladığım kadarıyla yarım saat içinde varmış olmamız gerekiyordu. Em diğerlerine mesaj gönderdi ve yolda olduğumuzu söyledi. Bense çantamdan gofret çıkardım ve otobüsün direğine başıma yasladım. Gülümsedim. Em gözlerimin içine bakarken bir yandan diğerlerinin on dakika içinde varacaklarını söyledi. Hala ona bakıp gülüyordum. Dayanamadım en sonunda ona gofretin yarısını verdim. Biliyordu kıyamacağımı. Bana bu kadar destek veren birine –üstelik karşılıksız- nasıl kötülük yapardım? Gözlerimi ona dikip yan yan sırıttım.

– Come va?

– Bellissimo, dedim gülümseyerek. Çikolata yedikten sonra kötü olmam imkansızdı. Bir de bir de bunca telaş ve yorgunluk ile acımı unutmuş olmam fevkaledenin fevkindeydi. Orta alanda yer boşalmıştı. Em ile cam kenarında ayakta gitmek olduğumuz şehri izleyerek sessizce bekledik. Koluna girip başımı omzuna yasladım. O da başını benim başıma yasladı. Pofuduk yanağını alnımda hissediyordum. Yüzümüzde caddenin renkli ışıkları slayt gösterisi gibi akarken; biz donuk bir ifadeyle vaktinde yetişmeyi umuyorduk.

– Daha çikolata var mı?

– Hayır, kalmadı.

Uçağa tam vaktinde yetiştik. El ele tutuşup herkesten özür dileyerek kalabalığı yardık. Uçakta sırtım ağrıdığı için yan yatmış halde Em ile beraber uykuya daldık. Eve dönerken de bir pizza ısmarladık ve kiremit rengi kanepe üzerinde çekildiğimiz resimlere bakarak yedik. Tabii ki mantar yoktu.

Seher vakti uyandığımda o bayıldığım ‘Primavera’* tablosunu duvarda gördüm. Kiraz ağacının çiçekleri açmış, birçok çiçekle beraber gökyüzünde savruluyordu. Ne kadar da beni anlatan bir resimdi. Burnumun dibindeydi hep ama hiç farketmedim. Em harika bir dosttu. Bir an ressam aklıma geldi ve o zaman keşke bir bebeğim olsa dedim.



PAYLAŞ
Önceki İçerikNe Kadar Da Yalnızdık Birbirimize
Sonraki İçerikSibella
İlkyaz Besnili
24 yaşında, Akdeniz Üniversitesi'nden mezun, hayattaki gayesini arayan yeni yetme bir kadın. Kahve içmeyi, kitap okumayı, gezmeyi, resim yapmayı, yemek yapmasını seven, hayalleri boyunu geçen birisi... İdeali; iyi bir insan olmak.