Ne kadar alacaklı görünse de hayat, bazı insanlara mutlu son borcu vardır.
Leyla’nın yanındaydım o gün. Sene 98. Yıllar önce okuması gereken ona ait bir mektubu ulaştırdım ona. Bir postacı değildim ya da bir ahbabı. Garib’i bir de onun ağzından dinledim. Garib’in mektubu 96’da ulaşmıştı elime, ne tuhaf halbuki bu mektup 80′ de yazılmış, dönemin karışıklıkları yüzünden posta servisleri mektupları askıya almış yıllar sonra akıllarına gelmişti. Ama artık çok geçti. Leyla’nın hıçkıra hıçkıra okuduğu bu mektup Garib’in ellerinin değdiği son kaleme aitti.
Beni buralara kadar getiren hayatın o tesadüf niteliğinde bizlere oynadığı bir oyundan ibaret. Leyla 80’de benim şu an oturduğum Ankara’da ki evimde ikamet ederken Garib’e bir ahbabı aracılığı ile haber göndermiş ve Garib’in bu mektup ile birlikte istemeden sonu olmuştu. Evime ulaşan bu mektubu okurken Leyla’nın hissetmesi gereken bütün duyguları yaşamıştım ve içim sızlamıştı. Bir katip olarak görev aldığım adalet sarayına istifa mı basıp Leyla’ya ulaşmak için gecemi gündüzüme katmıştım. O dönemlerin saf ve temiz hayatlar barındırdığına kendimi inandırıp ”hangi dönemde yaşıyoruz” sorusuna ” insanlığın son dönemleri ” diye imza niteliğinde cevaplar hazırlar oldum. Lakin sahiden de öyle idi . Artık insanlık son dönemlerinde acı çekerken Leyla’nın hak ettiği ama alamadığı mutlu sonu bilmesini istedim.
Önce Garib’i araştırdım. Babasını, annesini kendisini. Sonra oturdum bir de Leyla’dan dinledim. Bir katip olduğumdan dolayı insanları araştırmam çok zor olmuyordu. Fakat bu kadar derine daha önce hiç inmemiştim. Babası 27 Mayıs 60 darbesinde kolluk kuvvetleri tarafından usulsüzce esir düşmüş ve bir daha kendisinden haber alınamamıştı. Garip verem hastası olan annesi ile bir başına büyümüş ve iki kişilik ailesini kimseye muhtaç etmemiş aralarına bir üçüncüyü katabilmek için 76’da Leyla’ya gönül vermişti.
Leyla ne kadar Garib’in gönlüne gönlü ile karşılık verse de babası Mahmut bey tarafından hep alı koyulmuş 20′ li yaşlarını hep ızdıraplarla geçirmişti. Mahmut bey döneminde bölgede inzibat memurlarının amiri olduğundan Garib’in babasını fail’i meçhul düşünceler ile yargılayıp “ben komüniste kız vermem” gibi tavırlarla Leyla’yı Garib’in yanında her gördüğünde tekme tokat dövermiş. Bir dönem Garip buna dayanamamış kaçmayı denemiş Leyla’dan onu öyle her gördüğünde sahip olduğu aşkı içine atıp zarar görmesin istemiş .
Ama gönül gönülden nereye kadar kaçabilir ki sahip olduğu başka yuvası yoksa. Yıllarca gizli kaçamaklı görüşmüşler. Garip daha fazla uzak kalamamış Leyla’yı alıp her defasında kaçmayı düşünse de hasta ve garip anasını bırakıp hiç bir yere gidememiş. Garib’in Münevver annesi hastalığı yüzünden oğlunu bile kucaklayamadığı için gözleri hep hüzünlü dolaşır, 60 darbesinde kaybettiği bir daha haber alamadığı eşinin fotoğrafına bakıp bakıp ağlarmış her gece. Şimdilerde daha iyi anlar oldum o dönemlerde hastalıklar hüzünlerden ibaret olur yapışırmış ömürlerimize. Şimdi ise insanlık bir hastalık.
78 yılında Beyoğlunda sahil boyu el ele gezerken Leyla ile Garip’i Leyla’nın babası Mahmut bey devriye esnasında görür olmuş yine. İnzibat memurlarına Garib’i hırpalaması için emir vermiş Leyla’yı tutup kolundan sürükleye sürükleye götürmüş. O gün den sonra Leyla Garip ile görüşmemeye başlamış ve ne zaman görse yolunu değiştirir olmuş . Garip yediği dayağı hiç aldırış etmeden Leyla’ nın önünü her kestiğinde Leyla tarafından artık istenmediğini ve bir daha görmek istemediğini duyar olmuş. Sanırım bunun gerçek sebebini Leyla’dan dinlediğimde Garib’inde bunu bilmesi gerektiğini fakat artık çok geç olduğunu düşününce hüzün sarmıştı içimi.
Mahmut bey o gün Leyla’yı eve götürüp önce hırpaladıkdan sonra bir daha Garib ile görüşürse onu nezarete atıp işkence etmek ile tehdit etmiş. O günden sonra Leyla Garib’e hep kötü davranıp aşkını kalbine gömmüş. Garib’in bu çaresiz hüznü annesi Münevver hanımın gözünden kaçmayıp, öpüp saramasa da hicazından teselliler ile avuturmuş Garib’in gönlünü. 78′ in Kasım ayında Mahmut beyin Ankara’ya tayini çıkması üzerine apar topar çıkıp gitmiş Leyla bir sabah bir veda bile edemeden.
Garip bu veda telaşını ve onu bir daha görememe hüznünü Leyla ona tekrar ulaşana kadar atamamış, her gün onun Mahmut bey yüzünden geçemediği evinin önünde oturup ansızın Leyla’nın pencereye çıkma ümidi le bekler dururmuş. Bunlar Leyla’nın benden öğrendiği şeyler idi. Ben ise bunları Garib’i araştırdığımdan bu yana hala hayatta olan mahalle sakinlerinden öğrendim. Düşünsenize ne kadar güzel öyle değil mi herkesin bildiği yıllarca akılda kalan bir aşk var ortada fakat imkansızlıklar içinde.
Münevver hanım 79 yılının Ağustos ayında hastalığına yenik düşüp vefat ettikten sonra garip iyice kapatır olmuş kendini. Hem evine, akşamları da Leyla’nın sokağına. O sadece annesini değil evini de kaybetmişti. Bir anne olmadık dan sonra o ev hiç ev olur muydu? Kimsesiz bir başına kalan Garip iyice elden ayaktan düşüp zayıf sıska bir delikanlı haline gelmiş.
Leyla’nın nerede olduğunu bilmese de onun sokağına yüreğini emanet etmiş. Derken Leyla bir gün bir ahbabının Beyoğlu’na yerleşeceğini duyup Garib’e ulaşıp nerede olduğunu söylemesini istemiş. Fakat bu ahbabı Garib’e 80 yılında yani bir yıl sonra ulaşabilmiş. Ona Leyla’nın iyi olduğunu Ankara’da şu an benim ikamet ettiğim evde olduğunu söyleyip adresini vermiş. Fakat mektubundan anladığım kadarı ile Leyla’nın onu hala sevdiğini söylememiş.
Garib mutlu olmuş o gün o haberi aldığı anda Leyla’nın sokağından kim geçti ise sarılıp öpüp çoluğa, çocuğa şeker ve gofret alıp dağıtarak deli divane dolanmış. Tahminimce bu mektubu o gün kaleme almış ertesine kalmadan göndermeye koyulmuştu. Her gün postahaneye gitmiş Leyla’dan bir cümlelik de olsa cevap beklemiş . Beyoğlu’nda kendinden başka kimsesi kalmayan Garib Mektubunda da dediği gibi “yolunu çöl olarak görmem gel de çöl olup geleyim Leylam.”
Leyla gel derdi elbet ulaşsaydı eğer bu mektup ona. Ama kader ya kimseye vermiyor mutlu sonu yaşatmadan acıyı. 80 yılının Eylül ayında Garib Postahane’den umudunu kesip tasını tarağını toplayıp Ankara’ya yol almış. Olağan üstü hal nedeni ile otobüs seferlerinde yer bulamayıp sabah dokuz trenine binmiş. O yolculuk bitmez o zaman geçmez yàrin heyecanı sardı mı yüreği zaman alacaklı gibi kapıya dayanır elbet.
Ankara’ya inen Garib bütün gününü Leyla’nın adresini aramakla geçirmiş . Sokaklar karışık halk dışarda, bir yandan kolluk kuvvetleri bir yandan halkın isyan çığlıkları . Tarih 12 Eylül hiç bir günahı olmayan bir Garib yerde yatıyor kafasına aldığı tüfek dipçiği darbesi ile Kızılay meydanında. Ayaklarının ucunda bavulu Ankara’ya ‘ çöl olmaya gelmişti Leyla’sına. Üzerinde kafa kağıdı çıkmamış yada kargaşada kaybolmuştu. Kimsesizler mezarlığına gömmüşler Garib’i. Ona vuran inzibat memurunun ifadesini okudum ” Birini görmüş gibi öylece duruyordu Sadece orada olmaması gerekiyordu” diye yazıyordu. Hali ile ne ceza almış ne de çaldığı hayat uğruna bir bedel ödemişti.
Leyla babası Mahmut bey darbe sonrasında bir suikaste kurban gidip şehit edildikten sonra annesi ile yaşama tutunmaya devam etmiş 88’de Annesinin vefatı üzerine İstanbul’a geri dönüp büyük annesi ile Üsküdar’ da hayatına devam etmiş. Hiç evlenmemiş Garib’in evine defalarca gidip mahalleliden haber dilenmiş. Garib’in Ankara’ya geldiğini kimseden duyamamış ne öldüğünden kimsenin haberi olmuş ne de yaşadığından.
Bu hayat hikayesinin peşine düşmemi gerektiren cümleler vardı Garibin mektubunda. Mektup elime ulaştığında şahsıma geldiğini düşünüp okudum. O inci gibi yazılan mektupta şöyle diyordu Garib;
“Eski zaman adamlarının mektuplarında seçtiği kelimelerdi benim için aşk… Öyle zarif, öyle temiz, öyle özenli… Annemin misafirler gelecek diye çeyizinden çıkardığı perdelerdi ve bayramlığımın altına giydiğim o siyah rugan papuçlardı.
Canımı acıtırlardı ama çok severdim.
Tıpkı senin gibi..
Ama kızmıyorum sana Leylam. Bir annem vardı artık sizlere ömür bir de sen hayatımda. İstediğin kadar uzaklaş gidemezsin gönlümden. Ne hissedersin bilmiyorum fakat yolunu çöl olarak görmem gel de çöl olup geleyim Leylam.
Hatırlar mısın elini tutmuştum korkak yüreğim ile, sen de elimi sıkıp yüzüme gülmüştün. İşte ben o gün bu gündür şiir okumuyorum Leylam. Ne bileyim daha güzelini bulamazdım satırlarda herhalde.
Gittiğinden beri buralar hep kış Leylam bu yüzden her sabah bir çığ masalı ile uyanır oldum. Ama senin mevsiminde hep fırtına kopsa da esen rüzgarın ılık olsun üşümeyesin…”
Mutlu bir son isteğimizden bir haber yaşıyoruz bazen. Kimi zaman insan sadece bir son istiyor, mutluluk fail’i meçhul bir olay olarak giriyor hayatımıza. Onu Garib’in hala nefes almayışı mutsuz etse de, onun el yazısı ile yazılmış bir mektubu koklayarak öpmesi, her cümlesini okşayarak okuması ve kırışan göz altlarından süzülen o mutluluk yaşları fail’i meçhul bu mutluluğa sığınmış bir aşk’a gerçeklik kazandırabilecek nitelikte idi.
Hayat çok garip. Leyla artık bir başına, Garib kimsesizler mezarlığında ne alı koyacak bir Mahmut bey var ne de Garib’in Leyla’nın yanında olamaması için bir engel. İkisi de yalnız fakat beraber olmak imkansız. Hayat ona direnen insanların kaderlerine kaçamak hikayeler yazıp mutlu son borcundan böyle kaçıveriyor işte.
Garib’in bu mektubunun beni Leyla’yı bulmaya itmesi, ona ait bir mutlu sonu sanki bana emanet etmiş hissi yaratmasıydı. Ne bileyim işte sanki Garib hiç görmesek de, nefes almasak da, imkansızlıkların bir imkanı mutlaka olduğunu kanıtlamıştı yer yüzüne.
Leyla’yı bulduğum gün sanki yıllarca bir ahbabıymışım gibi davranması , bana çay getirirken ” biliyor musun Garib’e şöyle bir çay demleyemedim” diyerek iç çekmesi. Bunca zaman ve bunca zaman aklından çıkmayan o aşkı. Leyla ne kadar giden taraf olsa da o an gözümde o tren garında hiç gelmeyen adamı bekleyen kadın rolünde idi.
Gitmeden rızasını istedim Leyla’dan şu an oturduğum yerde okuduğunuz bu hikayeyi yazmak için. Önce daldı düşündü ne evet dedi ne hayır ağlaya ağlaya ben kapıdan çıkana kadar teşekkür etti. Ben ise bir rica bile edemedim çünkü görev bildim.
Şunu bir kere daha aşılamak gerekirse gönüllere ” Bin kere tekrarı olmaz, insan sever bir kere” Leyla bunun kanıtı idi.
– Kalın sağlıcakla.