Bir Film ve Sosyal Dayanışma Örneği: Kefernahum – II

0
620

Gerçek yaşamda, Suriyeli bir mülteci olan Zain El Rafeea (12), 4.5 milyon nüfusa sahip olan Lübnan’da yaşamaya çalışan 1.5 milyon mülteciden biri.

Filmin başında Zain kaderine razı gibi görünüyordu. Her ne kadar karakterinin isyankâr ve duyarlı yönünü gösteren işaretlere rastlasak da okula gitme isteğinden vazgeçip ailesi için çalışmaya razı oluşunun ardından ablası Seher’in evlendirileceğini öğrendiğinde, kendi kabullenişlerinin de bir kırmızı çizgisi olduğunu anlıyoruz.

Seher’in filmde birkaç sebepten öldüğünü söyleyebiliriz. O da diğer karakterler gibi görünmez bir çocuktu, belgeleri yoktu. Çocuk yaşta, 30’larındaki bir adam ile ailesine gelir sağlaması için evlendiriliyor ve bedeni bunu kaldıramıyor. Belgeleri olmadığından kabul görmediği hastanenin kapısında ölüyor. Evlilik kararı alındığında Zain artık o küçücük yatakta yatmaya, çalıştırılmaya ve o evde kalmaya razı değildi; böylece kardeşi için hazırladığı kadere, o otobüse atlayıp kendisi gider. Yine de bu kararlılığının karşısında hala bir çocuk oluşu, ne yapacağını bilmezlik içinde gezindiği Lunapark sahneleri ile hatırlatılıyor.

Yönetmen, Zain’in yolculuğu ile birlikte Lübnan’ın demografik yapısını anlatan bir göçmen çeşitlemesi de yapıyor.  Önce otobüste hamamböceği kostümlü örümcek adam karakterinde bir Ermeni ile karşılaşıyoruz, ardından lunaparkta Etiyopya’dan gelen Rahil’le karşılaşıyoruz.  Bebek Yonas’ın annesi rolünü oynayan Etiyopyalı Yordanos Shiferaw (Rahil), gerçek yaşamda 20 yaşında Lübnan’a gidiyor ve bir süre sonra burada izin verilmediği halde hamile kalıyor, 2016 yılında oyuncu direktörü tarafından keşfediliyor.

Build Series’e röportajında Labaki, Lübnan’daki durumu şöyle açıklıyor:

Lübnan; Etiyopya, Kenya, Nijerya veya Filipinler’den gelen büyük bir göçmen topluluğuna sahip ve maalesef sistemin bir başka başarısızlığı, bu göçmenlerin kendi özgürlüklerine sahip olmalarına izin vermeyen bir sponsorluk sisteminde yaşamak durumunda olmaları. Tıpkı kölelik gibi.”

Rahil’in tenekelerden yapılma barakasının yer aldığı mahalle ile çeşit çeşit göçmen yaşamları da resmediliyor. Gerçek yaşam hikayesinin aynısı filme aktarılan Rahil, çekimlerden iki gün sonra filmde olduğu gibi tutuklandı ve Beyrut’tan sürüldü. Labaki diğer oyuncular gibi Yordanos’un da bu süreçteki akıbetinin takip edildiğini belirtiyor. 

Hapishane sahnelerinin, çekimlerde en zorlandığı kısımlar olduğunu söyleyen Rahil yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

Nadine’e teşekkür etmek istiyorum çünkü bu karakterle kendi hikayemi anlatabildim; karakterim filmde ağladığında, gerçekten ağlıyordum. Tutuklandığım sahneyi çektikten üç gün sonra gerçekten tutuklandım ve tamamen aynı şeyi yaşadım.”

Yonas, adı Hazine anlamına gelen bebek oyuncu, için Labaki gerçekten de filmdeki hazineleri olduğunu söylüyor. Onunla tanıştıklarında Beyrut sokaklarında bir bebek arabasında annesiyle birlikteydi. Röportaj sırasında annesi ile beraber ülkede yasadışı olarak yaşadıkları öğreniliyor.  1.5 yaşındaki bebekten bile oscarlık performans çıkarabilmeyi başaran yönetmen, çocuk oyuncularla çalışmanın zorluklarına da değiniyor. Çocuklarla çalışmanın farklı bir disiplin ve sabır gerektirdiğini vurgulayan Labaki, Zain ile Yonas’ın sahnelerinde onların kendi aralarında bir ilişki kurabilmeleri ve kendi ritimlerini bulabilmeleri için yeterince zaman vermeleri gerektiğini söylüyor. Yonas’ın da ülkesine döndüğünde yerleştirildiğinden ve okula gitmesi için gerekli evraklara sahip olduğundan emin olana kadar takibi bırakmıyorlar. 

Kevser, tıpkı filmde olduğu gibi gerçek yaşamda da, çocuklarını beslemek için onlara şeker ve su veren bir anneydi. Mahkemede kızını evlendirmesi konusunda suçlamaya maruz kalan Kevser, “Beni yargılayamazsınız” diye bağırabildi hakimin ve tüm toplumun önünde:

Benim yaşadıklarımı asla yaşamayacaksınız, kabuslarınızda bile.

Labaki bu sahnede, Kevser’in içindeki tüm öfkeyi gözlerinin içine bakarak dışavurmasını istediğini ifade ediyor. Kevser’e yaşamı boyunca maruz kaldığı tüm o yargılayıcı bakışlara ve dışlanmalara karşı bir şekilde kendini ifade etme alanı sağlamak istediğini ve bu nedenle sahnenin yazılı bir metni dahi olmadığını belirtiyor: “Bize kim olduğunu neler hissetiğini anlatmasını ve bir anne olarak yüzüme karşı tüm hislerini kusmasını istedim, bu senaryoda yazılı bir sahne değildi.

Böylesi bir yapımın zorlukları göz önünde bulundurularak filmin döküm süreci sorulduğunda Labaki söyle açıklıyor:

“Elbette yazılı bir senaryo vardı, çünkü bir yere gittiğimizden emin olmamız gerekiyordu ve hikayenin mantıklı olması gerekiyordu ancak sahnelerde kendimize çok fazla özgürlük tanıdık ve gerçek yaşamın bizi şaşırtmasına izin verdik. Aynı zamanda aktör olmayan oyuncular da bizi sahip oldukları şeylerle şaşırtıyorlardı, sadece ezberlemek üzere yazılmış bir senaryoya bağlı değildik.” diyor ve ekliyor:

“Bu süreç kurgu ve gerçeklik arasındaki bir dans gibiydi.” 

Kevser’in içinde bulunduğu duruma karşı en acımasız eleştirmenlerin başında gelen Zain’in de benzer koşullardan geçerek deneyimledikleri nihayet benzer davranışlar sergilemesine sebep oluyor. Rahil tutuklandıktan sonra hayatta kalmanın ve onun bebeğine bakmanın yollarını tek başına bulması gereken Zain, cadde kenarında para kazanmaya çalışırken titizlikle baktığı ve kendi kardeşi yerine koyduğu Küçük Yonas’ın ayaklarını bağlamak zorunda kalıyor. Filmin başında öz kardeşinin ayaklarını çözerken, bir noktada aynısını yapmak zorunda kalış süreci o kadar doğal işleniyor ki, hiçbir duygusal zorlamaya gerek kalmaksızın Zain’in bu karmaya maruz kalışını izlemek film boyunca karnımızın ortasına sessizce indirilen yumruklardan biri oluyor. Caddelerde para kazanmaya çalışan tüm o çocukları gördüğümüzde başlangıçta ebeveynlere yönlendirilen öfkenin, sonunda şehrin çeperlerine savrulmuş bu yaşamlara karşı uygulanan sisteme yönlendirilmesi gereği bir kez daha öne çıkıyor.

Suat karakteri, tipik bir yenilmiş erkeğin mevcut başarısızlığı karşısında daha da derine gömülmeyi, suyun üzerine kalmaya yeğ tutuşunu sıklıkla gözlemlediğimiz baba figürü. İsveç’e gitmek için gerekli belgelerini aramak üzere evine dönen Zain’e “Ne belgesi” diye bağırdığı sırada, önemli bir gerçekliğe doğal bir vurgu yapıyor: “Devlet ne seni ne de beni umursuyor. Biz hiçiz, biz parazitiz, bizim devletin gözünde hiçbir değerimiz yok.”

Tüm bu yaşadıklarının sonucunda annesiyle babasına kendisini hayata getirdikleri için dava açan Zain’in bu tutumunu Labaki şöyle açıklıyor:

“Çocuklar siyaset hakkında kendi sözleriyle konuşuyorlar, kendilerini nasıl ifade edeceklerini bilmiyorlar, çocuk sözlerini kullanıyorlar ama aslında bunlarla tüm dünyaya dava açıyorlar.”

Film boyunca bir kere bile gülüşüne rastlamadığımız Zain’in ailesine dava açmasının ardından dikkatleri üzerine çekmesiyle nihayet İsveç’e gitmek için gerekli belgelere kavuşurken; pasaport fotoğrafı çekimi sırasında kameraya gülümsemek zorunda kaldığını görüyoruz.  Tam da bu sahnede aklıma gelen bir başka çocuk konulu “93 Yazı” adlı filmde dünyanın en ifadeli yüzlerinden birine sahip olan Frida’nın film boyunca ailesini kaybetme acısını içine atıp da nihayet filmin son sahnesinde hıçkıra hıçkıra ağlayışı aklıma geliyor. Zain’in iki buçuk saatlik filmin sonunda sırf kameraya poz vermek için de olsa yüzündeki o sahte gülüşü keşfetmek benzer derecede ağır bir his uyandırıyor.

Mülteci sorunu küreseldir” diyor Labaki, “Ya yardım edersiniz ya da bir duvar inşa edersiniz”.

Zain gerçek hayatta ailesiyle birlikte Norveç’e yerleştirildi ve artık okula gidiyor.

Sinema, insan olmaya dair birbirinden farklı oluşumlara görünür bir yüz getirerek, yaşamın dönüm noktalarını onurlandırarak, farklı varoluş biçimlerine değer ve anlam katarak, bazen bireysel bazen de toplumsal değişmelere yön verebiliyor. Bizlere böyle bir film aracılığıyla her gün görmezden geldiğimiz yaşamlara yaklaşıp, gözlerinin içine bakma şansı veren bu özel filmi, tüm zorluklarına rağmen çekmeyi başaran ve tüm bu amatör oyuncuların hayatlarına dokunan Labaki’yi yönetmenlikten süper kahramanlığa taşımakta bir sorun görmüyorum.

Benzer girişimlere ilham olması umuduyla…

PAYLAŞ
Önceki İçerikNefes Alma Saati
Sonraki İçerikModern Tasarım Kadın Terlik
Beyza Dut
Beyza Dut; Sanata ve duygulara dair olan ne varsa yaşamın merkezine alınmasında bir sakınca görmeyen biri… Lise yıllarını İstanbul-Çemberlitaş’ta, üniversite yıllarını Çanakkale’de geçirdi. Bir süredir online mecralarda yazılarını paylaşıyor. İstanbul’da yaşıyor. Halen İstanbul Üniversitesi ‘’ Uluslararası Medya’’ programında master yapmakta olup, tam zamanlı olarak uluslararası bir stratejik araştırma merkezinde Göç ve Medya üzerine Araştırma Asistanı olarak görev almakta. Tiyatro eğitimi ve deneyimleri de bulunuyor ve pek çok gönüllülük esaslı faaliyetlerde bu deneyimlerini projelerine yansıtmıştır. Şiir yazmak ve resim çizmek en sevdiklerinden…