Karantina döneminde evlerde en çok yapılan faaliyetler ertelediğimiz filmleri, etkinlikleri ya da kitapları yakalamak oldu. İzlediklerimden beni en çok etkileyen, kalemime ve aklıma takılan, yine dünya tarihinin doğal bir akışı olmakla, bir insanlık krizi olmak arasında süregelen göç sorununu konu alan film oldu.
Nadine Labaki yönetmenliğinde 2018 yapımı bir film olan Kefernahum, belgesel disiplininde çekilmiş bir sinema filmi olarak son derece aktivist bir tutum sergiliyor. Bizi içinde yaşadığımız çağın ve parçası olduğumuz mevcut sistemin farklı formlarda sürekli yenilenen sorunları hakkında düşünmeye ve dahası harekete geçmeye davet ediyor.
İnsana hizmet etmeyen, insanlığa ışık tutmayan sanat anlamını ve değerini daha yüce amaçlara taşıyabilir mi?
Sanat, gerçekliğin illüzyona dönüştürülmüş ve yeniden yazılmış hali olarak algılarımızı dönüştürmeye hizmet ediyor. Bununla birlikte salt gerçekliğe ışık tutarak da bize rehberlik ediyor.Siyasal, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin çemberinde sürekli evrim geçiren gerçeklik ile ilişki kurma biçimimizi etkilemek üzere; eski ile yeninin, içeri ile dışarının sarmalındaki bu eklektik yaratı sürecinin kendisi yeterince kanlı ve terli bir yapboz oyunu.
Bu süreç içerisinde; bir fikri projeye dönüştürmenin, üretimin, ona hayat vermenin sancılarını çekerken, insan olmaya dair temel gereksinimleri bir tür ayağına dolanma biçimi olarak algılamak yerine; yaratı sürecinin bir parçası haline getirebilmek mümkün kılındığında, sanat yalnızca “yeni varoluş” biçimleri bulmamıza değil, var olan oluş biçimleri arasında “yeni bir sanat yapma biçimi” keşfetmemize de yol açabilmektedir.
“Karamel (2007)” ve “Peki Şimdi Nereye? (2011)” gibi kadın toplum ilişkisini konu alan filmleriyle tanıdığımız Lübnanlı oyuncu, senarist ve yönetmen Nadine Labaki, 2018 yapımı son filmi “Kefernahum” ile yeni bir sanat yapma biçimi konusunda başarılı bir girişime imza atmıştır. Bu yazıda belki de birçoğunuzun çoktan izlediği, Cannes festivalinde jüri özel ödülü kazanmış bu filmin araştırma ve yapım sürecinden itibaren onu özel kılan mutfağına değinmek istedim.
Kefernahum yalnızca bir film değil, aynı zamanda gerçekliğin ta kendisi. Göçe dair, çocuk istismarı ve evliliklerine dair, sokakların ortasında ama bir o kadar da şehrin dışına itilmiş insanların değişmeyen kaderine dair… Hem yoksulluğun hem yurtsuzluğun tüm yönlerine odaklanan Labaki, iki buçuk saat boyunca bir tane bile gereksiz ya da fazlalık diyebileceğimiz sahneye yer vermeksizin güçlü bir yönetmenlik ve senaryo örneği ortaya koyuyor. Yaşadığımız son birkaç yılı, her gün yürüdüğümüz sokakları, yanlarından sürekli geçtiğimiz ama çoğunlukla gözlerinin içine bakamadığımız insanları yakın çekime alan kamerası ile birlikte onların evlerine girmiş gibi hissediyorsunuz. Sinematografik ya da sanatsal hiçbir sahne göze çarpmaksızın pür bir gerçeklik izliyorsunuz.
“Gerçekler acıtır. Irkçılığın göçmenlere verdiği tahribatı gördüm.”
Kefernahum kelimesi, İncil’de lanetlenmiş köy olarak bilinen Celile Denizi kıyısındaki antik bir kentte geçen hikayeden yola çıkılarak zaman içinde kaos’u ifade etmek için kullanılır olmuştu. Beyrut’un dünyanın pek çok yerinden göç almış kaotik ortamının, içinde yaşam savaşı veren çocuk oyuncu Zain’in gözünden anlatıldığı bu film için çok uygun bir isim.
Filmi özel kılan öncelikle profesyonel olmayan oyuncular ile onların gerçek yaşam deneyimlerinden çok da farklı olmayan bir hikaye işleniyor olması. Gerçekliğin görünenin ötesindeki çok katmanlı yönüne vurgu yapmak üzere bireysel ve toplumsal düzlemde yakın çekime alınan yaşamlar aracılığıyla bu yaşamlara bakışımızın anlık resimlerden ve ön yargılardan öteye gidilerek tarihi ve sistemsel bir kısır döngü olarak anlaşılması sağlanıyor.
Bu hikayede yer alan karakterler için nereden ilham aldığı sorulduğunda Labaki şöyle yanıtlıyor:
“Köşeyi dönen o çocuğa neler olduğunu merak ettim; nereye gidiyor, nasıl bir hayat yaşıyor, yaşadığı için mutlu mu?” “Çünkü” diyor Labaki:
“Ne yazık ki bu çocukları insanlıktan çıkarmaya meyilliyiz.”
Filmin araştırma sürecinde, çoğunlukla göçmenlerin yaşadığı mahallelerde sivil toplum kuruluşları ile birlikte hareket eden Labaki, mevcut sistemin birçok yönden başarısız olduğuna tanık oluyor. İnsanların evlerine kadar girerek basitçe onlara nasıl yaşadıklarını ve neye ihtiyaçları olduklarını sorduğunda bu insanların birçoğunun temel ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli belgelere ve tanınırlığa sahip olmadığını öğreniyor. Mevcut sistem, belli başlı yardım kuruluşlarının geçici çözümleri dışında uzun vadeli bir gelecek sunmuyor. Dahası bu insanlar biraz iş bulma ve barınma sorunlarını çözseler, bu sefer “bizim haklarımızı alıyorlar” şeklinde bir tepkiyle karşılaşıyorlar. Bu bakımdan ele alındığında göç krizinin, yoksulluk çeken ve dışlanan insanlardan daha fazlası olduğu, uluslararası sistemlerin daha güçlü ve daha başarılı bir şekilde bu tür kriz vakalarına hizmet edebilmesi gerekliliği de vurgulanıyor.
Sistemin işleyişine dair sorunları daha yakından anlamak adına mahkemelerde gözlemci olarak saatlerini geçiriyor Labaki. Dört yıl süren bu sürecin ardından, sosyal hizmet uzmanları ve tanıştığı ailelerle yaptığı röportajların sonunda, fikrini hayata nasıl geçireceğinin ve ne anlatması gerektiğinin rotası belirlenmiş oldu.
Geriye, tüm bu gördüklerini, tanık olduklarını ifade edebilecek oyuncular seçmek kalıyordu ki Labaki bunun ancak bir mucize olabileceğini düşündüğünü ifade ediyor. Tam da böyle düşünürken o mucize gerçekleşiyor ve Beyrut sokaklarında gezinen ekip Zain ile karşılaşıyor.
Oyuncu seçiminin zorlu bir süreç olduğuna değinen Labaki, Lübnan’ın her bölgesinden farklı yetişkinlerle ve çocuklarla mülakatlar yaptıklarını ve Zain’in de sokakta oynarken keşfedilen bu çocuklardan biri olduğunu söylüyor: “Filmde yer alacak kişinin o olduğunu anlamak gerçekten sadece iki dakikamı aldı. Gözleri ve diğer her şeyiyle, yazdığım karakterin aynısıydı.”
Part I sonu.