“Algıları gittikçe daralan insanlar topluluğunu yakından izle sevgili dostum. Bakış açını önce daraltıp sonra genişlet. Birçok şeyi fark edecek ve sanat adına yaptığımız her şeyin kalıplara sıkıştığını göreceksin. Çünkü hepimiz insanız. İnsan olmaya çalışan varlıklarız.Var olma sürecinde çırpınan deri ve kanız. Sahip olduklarımız çerçevesinde kendini keşfetmeye çalışan bireyleriz. Verdiğim ödevleri yaptın mı?”
“Delirdin mi sen? Çocuk gibi ödev mi yapayım.”
“Elbette. Ne var ki bunda. Lafa gelince çocukluğunu özlersin. Lütfen bir kez olsun bir araştırma yap. Tıpkı geçen gün konuştuğumuz gibi. İnsan nedir, insanı var eden uzuvlar nelerdir, ne işe yarar? Bu sorulara cevap aradıkça daha derin soruları ortaya çıkaracaksın.”
“Ben senin kadar derin düşünemiyorum. Üzgünüm.”
“Ama genel bir bilgi bile kendini tanımana yetecektir. Ardından insanlar topluluğu olan ulusları incele. Ulus nedir, halk nedir, dil nedir, din nedir? Bu soruların derinliğinden neden korkasın ki? Bu sorular bizzat seni, bizi bir ağaç dalı gibi tepeye ulaştıran bir yoldur.”
“Ben bu bilge tavırlarından gerçekten çok sıkıldım. Şuan her yer senin gibi insanlarla dolu. Senin farkın ne ki? Beni güldürüyorsun.”
Konuşmayı sürdürmenin bir anlamı kalmamıştı. Anlattıkları anlaşılamıyordu. Anlattığı basit şeyler dahi onu sözde bir bilgeye çeviriyordu. Kendi kabuğuna mı çekilmeliydi? Yoksa devam mı etmeliydi hayatına? Hiçbir şey konuşmamış, anlatmamış gibi… Susmaya karar vermenin ilk adımı bu konuşma olabilirdi. En yakınları tarafından dahi anlaşılamıyordu. Neden? Kendi sorusunu cevaplama gereği hissetti.“Çünkü her şey sıradanlaştı. Sanal insanlar, yazarlar, müzisyenler ortaya çıktı.Ve herkesleşmeye başladık.” İyi de herkesleşmek neden korkutucu olsun ki? Kendi benliğini kaybetme korkusu sarıyordu bedenini. Herkes kendi benliğini kaybetmiş olabilir miydi? Telefon ahizesini yerine yerleştirip masanın başına geçti. Dumanı tüten çay bardakta parlıyordu. Gözleri pencereyi saran perdeye takılmıştı.“Bu bir lanet. Üzerimde var olmaya çalışan bir lanet. Bu lanetten kurtulmalıyım. Ben herkes olamam. Benim yazdıklarım, çizdiklerim, anlattıklarım herkesten farklı. Ben farklıyım.” Siyah lekelerle kaplanmış perdenin konuşmasını bekliyordu sanki. Bu beklenti yerini alaya bırakmıştı. “Elbette konuşmayacaksın. Tamam. O halde ben konuşurum.” Sesini incelterek soruya cevap veriyordu.“Herkes benliğini kaybetmiş olmasa toplum bu denli delirebilir miydi?” Sesini düzeltmişti.“Haklı olabilirsin. Elbette bunun farkındayım. Ama herkes gibi olmak istemiyorum.” Sesini tekrar inceltti. “Sana acı bir gerçeği söylememi ister misin?” Sesini düzelterek “Elbette.Benim korkacak bir şeyim yok.” dedi.“Emin misin?” Başını sallayarak onayladı. “Benliğinden uzaklaşan asıl sensin. Kendini kanıtlamaya çalışan da.Egonu bilgiden kutsal tutan da. Herkes deli değildir. Ama akıllı da değildir. Sadece bir denge vardır. Bir terazi vardır. Deli ve akıllı terazisi bir iç paradokstur. Kendi içinde kıvrımlaşan ve derinleşen iki ayrı konudur. Ne deli taklidi yapmaya ne de akıllı taklidi yapmaya ihtiyacı yoktur insanın.Çünkü insan aslında ilkel bir varlıktır. Kendini keşfetmenin yolu sadece bilgi değildir.Var olanla yaşamaktır. Kendini yaşamaktır.” Sesini düzeltmişti.“Yani sonuç olarak.” Perdenin ince sesi cevap vermişti ; “Kendin ol.”
Perdeyi bir kenara çekip camdan dışarıya baktı. Dip dibe olan apartmanlar görülüyordu. Gözleri gri bir binanın dördüncü katına takıldı. Balkon kapısından dışarıya sarkan beyaz ince perdeyi görüyordu. Perdenin rüzgara karşı savunmasızlığını izliyordu.Dilinden dökülen dizeleri dinliyordu şimdi:
“İnsan olmak ya hani,
Kendinden güçsüze acımak.
Kendine acımaktan öte,
Kaybolmak kara gecede.
Gecelerimden beyaz tüller geçirdim,
Çığlıklarımı duydun mu dostum?
Gözlerinden süzülen yaşları biriktirdim.
Çingeneler zamanına sakla,
Çünkü o gün ince bir tülle düşeceksin yere.
Bileklerimdeki prangalar paslandığında,
Deniz adını sordu.
Usanmadan,
Kefenledim tüm günahlarını.
Ve yeniden haykırdım dostum,
Söyle duydun mu beni?”