Bazen içinde olduğunuzu hissettiğiniz kutunun dışında neler olabileceğini düşleme hayali içinizdeki farklı bir tutkuyu keşfetmenizle anlamını yitirebilir. Çevrenizdeki insanların sıradan küçük kurbağalar olarak düşleyip onları ezerek beyinlerinin pekmezlerini akıtma hayali gibi mesela…
Yönetmenliğini Drew Barrymore‘un yaptığı senaryosunu kendi romanından uyarlayarak Shauna Cross‘un yazdığı 2009 yapımı Patenci Kızlar (Whip It) filmi aslında bazı şeyleri hayatta kabullenerek var olmayı bir şekilde devam ettirebilmemiz gerektiğini bizlere anlatan sevimli bir film. Belki çok acımasız bir düşünce gibi gelebilir ama aslına bakarsak hayatta bazı şeylerin gerçekten farklı yollarda ilerlemesi doğru olabiliyor. Bliss Cavender için bu Paten Savaşları olmuştur. Bütün okulda sadece bir arkadaşa sahip tipik bir nerd-indie-hipster-loser olan Bliss; zavallı olarak kabul ettiği ve bir kaçış yolu aradığı küçük,aptal kasabasında karşısına çıkan hayat, nefret, heyecan, sevgi, arkadaşlık, hırs, tutku dolu bir ortamda, yani paten yarışları yapan deli hatunların arasından buluyor. Hepsi birbirinden hayat dolu ve birbirinden rahat, aynı zamanda çok hırslı olan bu hatunlar başta onu hiçbir şekilde kabul etmek istemiyorlar ama Bliss içinde aradığı o tutkuyu bularak onlara kendini kanıtlamak için azimle varını yoğunu ortaya koyarken kendini tanıdığı bir yolculuğa çıkıyor.
Naif ve basit olan bu klişe film insanı mutlu olmasını 1 saat 51 dakika boyunca gerçekten çok iyi bir şekilde sağlıyor. Başrollerini Ellen Page, Drew Barrymore, Juliette Lewis ve Jimmy Fallon‘ın paylaştığı filmde çok sevdiğimi oyunculardan biri olan Kristen Wiig‘in “bad-ass b*tch” tarzından bir karakteri oynuyor olması da müthiş bir süpriz olmuştu benim için ve eminim bütün Kristen Wiig severler için öyle olacak. ^_^
Açıkçası yönetmenliğini Drew Barrymore‘un yapmış olması beni gerçekten etkiledi. Kendini anlatan bir film çekmiş. Şöhret hayatı boyunca yaşadıklarını bilenler için “Senaryosunu acaba Drew mu yazmış bu filmin?” sorusunu sordurtuyor.(En azından benim için öyle oldu 🙂
Filmin kendisi kadar naif ve sevimli olan birde güzel müziklerinden bahsetmeden de geçemeyeceğim. Dolly Parton‘dan Gotye‘ye, The Breeders‘tan Little Joy‘a kadar birçok güzel sanatçının şarkıları bir araya toplanmış. Benimde içlerinden biri olan şeker adam Jens Lekman ile geçte olsa tanışmamı sağlamış bir soundtrack. Sanatçıların bilindik şarkılarından bazılarının kullanılmış olması bence hiç etkilememiş albümü. Hatta bazı müzisyenler Underground ve aşırı Indie oldukları için kendi ülkelerinden bile tanınmıyorlar.
İçimizdeki çocuk başkaları tarafından sürüklenen bir yolda ilerlemeye çalışırken öğrendikleri ile kendini, tutkusunu, neşeyi ve hayatı keşfederken bizlere o çocuğa biraz olsun izin vermek gerekiyor bence. Bu film o izin oluyor işte. Sıcak yaz akşamından buz gibi soğuk naneli limonatanızı yudumlarken keyfine varacaksınız.
Hepimiz bazen kabul etmek istemediğimiz ve sevmediğimiz durumlara şans vermeliyiz. Böylece o yolda ilerlerken bizi biz yapan her şeyi daha iyi anlar ve hissederiz.
Herkese iyi seyirler ve güzel günler dilerim…:)