Ayakta durmaktan yeterince yorulmuş olacak ki sokağı aydınlatan süslü elektrik direğinin dibine çömeldi Esra. Yerden topladığı yarım kalmış izmaritlerden birini çıkardı cebinden. Yakmaya çalıştı. Derin derin,;üst üste birkaç sefer körükleyip alevi harlandırdı. Bir iki nefes çekip fırlattı az öteye.
Hava ılıktı. Bahar yağmurunun habercisiydi bu şehirde ılık hava. Turunç çiçeklerinin kokusunu çekti içine. Yağmurdan hemen önce esen ılık rüzgarlar şehrin bir ucundan alır diğer ucuna taşırdı turunç çiçeklerinin kokusunu. Şehrin diğer ucunda ise denizden esen meltem rüzgarları ile beraber fesleğen yapraklarının yeşil renkli kokuları bu tarafa taşınır, her iki kokuyu duyabilmek uğruna bu kentin insanları bahar aylarında evlerinin kapılarını ve camlarını daima açık bırakmaya gayret gösterirlerdi.
Az önce önünden geçen ve elli lira karşılığında vücudunu teklif ettiği iki sarhoşun arkasından baktı bir süre daha. Üzerlerinde yeterli para olmadığını söyleyip yürümeye devam etti sarhoşlar. Çarşıya çıkan dik yokuşun başında durdular. Soluklandılar. Bir süre dinlendikten sonra tekrar yürüyüp gözden yittiler. Yeterince uzaklaştıklarından emin olunca, hissettiği güven duygusuyla bağırdı arkalarından Esra,
“Ananız vermez lan size o paraya ananız! ”
Ellerinin hafiften titremeye başladığını fark etti. Sakin bir şekilde sırtında asılı duran çantasını çıkardı. Fermuarını açıp içini boşalttı. Sağına soluna, inciğine cinciğine varasıya dek cennetin mavisini aradı. Çantanın dibindeki dikiş yerlerinin altına gizlenmiş halde bir tane bulunca, yüzündeki mutluluk görülmeye değerdi.
Gökyüzü kızıla boyandı birden. Kızıllığın arasından sıyrılan yıldırım izleri, morarmış kolundaki jilet izlerini andırdı. Vakit epey geç oldu ve yaklaşık on dakika sonra ortalığı sele verecek yağmurun ilk damlası düştü koluna. Hiç kıpırdamadan kolundaki damlaya baktı bir süre. Hiç bozulmadan ağır ağır akışına… Jiletten kabarmış kısma gelince dağılan, ince bir çizgi haline gelen yağmur damlasını, kolundan süzülüp yere düşesiye dek seyretti. Yağmurun hızlanmasıyla birlikte turunç çiçeklerinin kokusunun yerini asfalt kokusu aldı. Kalktı oturduğu yerden. Dağıttığı çantasını topladı tekrar. Rujunu, göz kalemini, bıçağını, az önce yere döktüğü ne var ne yoksa hepsini tek tek toplayıp özenle doldurdu çantasına. Ayağa kalkıp tırmanmaya başladı dik yokuşu. Normalde bile tek solukta çıkılması imkansız bu yokuşu, birde böylesi iri iri yağan bu yağmurun altında tırmanmak epey güç olacaktı.
Kolay kolay yağmur yağmazdı bu şehre. Ama yağmaya başladığı zaman da, sevgilisini ihmal etmiş şımarık bir adam pişmanlık duygusuyla nasıl abartılı davranışlar içerisinde bulunur, işte tam olarak böyle yağardı bu şehre yağmur. Ve böylesi küçük, doğanın bahşettiği en masrafsız güzellikler bile sadece Esra gibi garibanların nezdinde, romantik bir algıdan milyarlarca ışık yılı uzakta parlayıp sönmekteydi.
Mahalleye yaklaştığında üzerinde kuru hiçbir yer kalmadı Esra’nın. Kendini pazarladığı sokağın yaklaşık birkaç yüz metre ötesinde, gecekondudan bozma evlerin doldurduğu, is kokusunun ot kokusuna karıştığı Zeytinli Mahallesinde oturuyordu. Sık sık polis baskınlarına maruz kaldığı için bu kokulara ara sıra biber gazı ve kan kokusu da karışırdı Zeytinli Mahallesinde.
…
Evinin olduğu sokağa girdiğinde yağmur şiddetini arttırmıştı. Koşar adımlarla eve yaklaştığında, yağan yağmura aldırış etmeden kendisini bekleyen Murat’ı gördü yine. Eve kaçta dönerse dönsün, hava ister cılk sıcak, isterse fırtına boran olsun Murat, elinde çalıştığı hamburgerciden arakladığı içi hamburger ve envai çeşit sosla dolu olan keseden yapılmış poşetle her zaman olduğu yerde, sokağı aydınlatan büyük elektrik direğinin hemen yanı başındaki küçük trafonun üzerinde oturur, kendisini beklerdi. Esra’nın küçük bir hamburgerden ziyade kendisini bekleyen birisinin olduğunu bilmesi, bu hayatta sahip olduğu tek lükstü. Kendisini, insan olmanın yanı sıra bir kadın olarak değerli kılan yegane lüks…
Gülümseyerek yaklaştı Murat’a. İkisi de sırılsıklam olmuştu. Murat’ın elindeki hamburger poşetini aldı. Teşekkür etti. Pek fazla konuşmazlardı. Konuşmaya ihtiyaçları yoktu. Kimsenin görmediğinden emin olunca dudağına ufak bir öpücük kondurup evine girdi. Elindeki hamburger poşetini oturma odasındaki sandıktan bozma sehpanın üzerine bıraktı. Odasındaki küçük dolaba yöneldi. Çekmecesinden çıkardığı serum lastiklerini koluna doladı. Zor zamanlar için sakladığı aşını kaşığa doldurup, mum alevinde pişirmeye başladı. Şırıngaya hapsettiği mutluluğu, damarlarında azad edecekti. Bu mahallenin insanlarının mutlu olmak için fazla seçenekleri yoktu.
Sızmasına yakın hava sakinlemiş gibiydi. Ortalığı yıkıp götüren yağmur azalmış, yerini tekrar hafiften esen meltem yellerine bırakmıştı. Bir senfoninin şefi gibi özenle çalışıyordu Mikail. Karmaşanın kendi içinde süre gelen düzenini andırıyordu. Önce hafif bir rüzgar, ardından toplanan bulutlar, şiddetini arttıran rüzgar, hafifleyen rüzgar, gök gürültüsü, çisentiyle başlayan yağmurun toprağa düşüşü, git gide hızlanan yağmurun sesi, ardından tekrar yavaşlayıp en başa dönerek hafif bir rüzgarla birlikte sona eriş. Ve tüm bunlar aslında, Esra’nın mahallesinden birkaç kilometre uzakta güvenlikli ve yüzme havuzlu bir sitede oturan bir yazar bozuntusunun, camdan dışarıyı seyrederken hissedip kağıda dökebileceği süslü cümlelerin malzemesi olabilirdi pek ala.
Zeytinli Mahallesine adını veren zeytin ağaçları, üzerinde kalan tek tük zeytinlerini de yılın bu mevsiminde çıkan fırtına ve yağmurlarla birlikte yollara dökerdi. Mahalle sakinleri gün boyunca sokaklara dökülür, yerde kalan irili ufaklı birkaç zeytini toplayıp sofralığa kurarlardı. Esra’nın oturduğu yıkık gecekondunun bahçesinde altı tane vardı bu zeytin ağaçlarından. Her biri birbirinden bereketli, erik büyüklüğünde, yağlanmış bu zeytinler mahallenin çakrakozları tarafından sonbaharın ortalarına doğru gasp edilir, ağaçta kalan bir apaz zeytin de Esra’nın buzdolabında gizlenirdi.
Sabah uyanır uyanmaz buzdolabını açtı Esra. Tabakta kalan birkaç zeytin tanesiyle, kurumuş peynire baktı. Neden sonra aklına dün gece Murat’ın verdiği hamburger poşeti geldi. Dolabın kapağını kapatıp odaya girdi. Sehpanın üzerinde duran poşeti açtı. Kağıda sarılı hamburgeri çıkarıp yanına koydu. Hamburgerin yanında duran küçük sos kaplarını sehpanın üzerine döktü. Ketçap, mayonez, sarımsaklı mayonez, acılı sos, hardal… O en sevdiği kömür kokusuna benzeyen sos yoktu bu sefer içlerinde. Sosları tekrar poşete doldurdu. Hamburgerin içindeki köfteyi çıkarıp kapının önünde miyaklayan kedinin önüne attı. Buzdolabından çıkardığı zeytini ve peyniri hamburger ekmeğinin arasına doldurup, yemeye başladı.