Topluluk karşısında konuşurken zorlanmam.
Binlerce insanın olduğu bir salonda dinleyicilerin dikkatini dağıtmadan kırk beş dakika konuşabilirim.
Karşımda kim olduğunun hiç önemi yok.
Yeter ki dinleyenler arasında babam olmasın.
Bulunduğum yerde babam varsa sesim soluğum kesilir, elim ayağım birbirine dolaşır; rahat konuşamam.
Korkudan mı?
Kesinlikle hayır.
Çünkü ben babamdan değil, onu incitmekten korkarım.
Bizim nesil hepimiz mi böyleyiz?
Bu sadece bana özgü bir duygu mu?
Bilemiyorum.
Anneme karşı ne kadar rahat olsam da babama karşı hep mahcubum.
Şöyle sıkıca sarılarak, sakallarından öpüp “Canım Babacığım!” diyebilmeyi çok isterim; kız kardeşimin günde birkaç defa yaptığı gibi…
Gel gör ki…
“Ağlarım, ağlatamam; hissederim söyleyemem.
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!” (Mehmet Akif)
***
Seksenli yıllarda bazı gazeteler dört büyüklerde oynayan futbolcuların posterlerini veriyordu.
Ben de fanatik bir Galatasaraylı olarak gidip her gün “Gasteci Sacit Abi” den gazete satın alıyor ve posteri ayırıp gazeteyi hiç okumadan atıyordum.
Pide salonumuzun hamur tezgâhının önündeki duvarı, futbolcu posterleri ile doldu.
Bir gün dükkânda beni çağırdı babam.
Masaya karşılıklı oturduk.
“Gazete almana bir şey demiyorum; alabilirsin. Ama gazetelerde köşe yazıları var. Onları okumanı, fikir edinmeni tavsiye ederim. Bulmacaları çözmek de hoşuna gidebilir.” dedi.
Babamın bunları bana söylediği dönemde ben on yaşında bile değildim.
Henüz ilkokulda iken Temel Britannica’ya abone olmuştum.
Okulumuzun İngilizce kursuna gidiyordum.
Evimize Almanca dergiler geliyordu.
Almanca öğrenmeye çalışıyordum.
Lise birinci sınıfın yaz tatilinde babamla birlikte bilgisayar kursuna gittiğimizi hatırlıyorum.
Bugün bir şeyler yazıp çizebiliyor, değişik platformlarda çekinmeden fikrimi beyan edebiliyorum.
Bu, babamın bana vermiş olduğu entelektüel cesaret sayesinde olmuştur.
***
İlkokul yıllarımdaydı.
Yaz tatilindeyiz.
Misafirlerimizden birinin yaşıtım olan çocuğuyla çarşıda geziyoruz.
Dondurma, çekirdek, gazoz, kola gibi abur cubur alacağız.
Harçlıklarımızı bitirdiğimiz için paramız yok.
Pasajdaki pide salonumuza gittim.
Babamın evde olduğunu ve misafirlerimizle ilgilendiğini zaten biliyorum.
Dükkânda ise yanımızda çalışan usta var.
Usta, fırındaki pide ile ilgilenirken masanın üzerindeki bıçakla çaktırmadan kasayı açtım.
Kasadan bir miktar para alıp dükkândan ayrıldım.
Ustamız, hırsızlığımı fark edince hemen babama haber vermiş.
Arkadaşımla çarşıda parayı güzelce harcayıp eve döndük.
Babam kimseye çaktırmadan beni bir kenara çekti.
Gözlerimin içine bakarak…
“Bak oğlum! Şu, dükkânın anahtarı… Şu da kasanın anahtarı… Ne kadar paraya ihtiyacın olursa kasayı anahtarla aç ve oradan al.” dedi.
Ve bana iki anahtar verdi…
***
Orta birinci sınıfa başlıyorum.
Günlerden pazar…
Ertesi gün okullar açılacak…
İlçemizden yaklaşık yetmiş kilometre uzaklıkta bir başka ilçede bulunan yatılı okula gitmek için minibüse bineceğim.
İlk defa evimden ayrılıyorum.
Şu anda Park Çay Bahçesi’nin olduğu yerde o yıllarda minibüs yazıhanesi vardı.
Kalabalık…
Yolcular ve yolcularını uğurlayanlar…
Babam beni bir kenara çekti ve harçlığımı verdi.
“Oğlum! Beni paran bitince değil, bitmeden ara. Ben sana para ulaştırana kadar parasız kalma.” dedi.
Öğrencilik yıllarım boyunca harçlıksız kaldığımı hiç hatırlamıyorum.
İmkânları ölçüsünde harçlığımı hep gönderdi.
***
Lise son sınıftayım.
Sömestir tatili için ailemin yanındayım.
O tatilde, aradan bunca sene geçmiş olmasına rağmen hâlâ neden ve nasıl geliştiğini bilemediğim bir kavgaya karıştım.
Şimdi, geriye dönüp baktığımda o hatamın altında gençlik psikolojisinin yattığını düşünüyorum.
Gençlik, insanın hayatında aklından ziyade hissiyle hareket ettiği ve hislerini kontrol edip makul istikamete yönlendirmesinin en zor olduğu dönemdir.
Olayın detayına girmeyeceğim.
Akşam saatlerinde görülen mahkemenin ardından tutuklandım.
İstikamet cezaevi…
Cezaevine teslim olmadan önce babamın söylediği cümleyi hiç hatırımdan çıkarmadım.
“Baban sağ olduğu müddetçe hiçbir şeyden korkma!”
Cezaevine girerken bana cesaret verse de yaptığım davranışı tasvip etmediğini tahliye olduktan sonra söyledi.
“Keşke böyle bir şey yapmasaydın. Sana yakışmadı.” dedi.
Daha sonra beni, kavga ettiğim hemşerilerimizin yanına götürdü.
Çaylarını içip kendilerinden özür diledim.
Çeyrek asır önce işittiğim “Keşke böyle bir şey yapmasaydın. Sana yakışmadı.” cümlesini, sahibine tekrar söyletmek istemiyorum.
Bu nedenle yer yer karşılaştığım çirkinliklere sabrediyorum.
Yeri geldiğinde yutkunuyor, sineye çekiyor ve “Bu da geçer yahu!” demeyi tercih ediyorum.
***
Bir gün bana;
“En güzel kazanç kendi emeğinle ve kimseye minnet etmeden kazandığındır.” demişti.
Bu ifade, bizim ailede herkesin düsturu oldu.
Az olsun, önemli değil.
Yeter ki helâl ve minnetsiz olsun.
***
Ben onunla her zaman gurur duydum.
Peki, ben babama bir şey verebildim mi?
Soruyu “Bir evlat, babasının emeklerinin karşılığını ödeyebilir mi?” şeklinde sorarsak daha doğru olur.
İki çocuk babası bir evlat olarak sorumu kendim cevaplandırayım: “Kesinlikle ödeyemez!”
Yaşım kırkı geçti.
Ortaokul ve liseyi yatılı okudum.
İki üniversite bitirdim.
Onlarca hocam, bir o kadar öğretmen arkadaşım oldu.
Yüzlerce kitap okudum.
Hepsinin yeri ayrı…
Fakat hiçbiri babamdan aldığım hayat dersi kadar ruhuma işlemedi.
Babam, çocukluk ve gençlik anılarımda kendini hatırlatarak dersini vermeye devam ediyor.