Tarih, bugün içinde yaşadığımız dünyanın ardında yatan olayların gerçek nedenlerinin ne olduğu hakkındadır. Yani bizim nasıl biz olduğumuzun bir anlatısıdır. Tarihi anlamak, içinde yaşadığımız dünyayı değiştirmemiz için yapmamız gereken işlerin en başında gelir. George ORWELL ünlü eseri 1984’ünde şöyle der: ‘Geçmişi kontrol eden, geleceği de kontrol eder.’ Bugünün saraylarından bize hükmedenlerin çok da üzerinde durmak istemediği bir slogandır bu.
Egemen anlatı, tarihi bize bir çeşit ‘büyük adamların’ hikâyesi gibi anlatmayı çıkarları için uygun bulurlar. Ancak bu ‘büyük adam’ yaklaşımına eleştirel bir yöntemle karşı çıkmak da mümkündür. Tarihi sıradan insanlar açısından ele almak ve onların hikâyelerini anlatmak tarihi olayların anlaşılması için gerekli olan yöntemdir.
Bunu yaparken en önemli husus, olayların birbiri ile ilişkisini ve karşılıklı bağımlıklarını gözden kaçırmamaktır. Roma İmparatorluğunun yükselişini ve çöküşünü anlamadan Hıristiyanlığın yükselişini anlamanın mümkün olmadığı gibi Avrupa feodalizmin şartlarını da anlamak mümkün değildir.
Belki de insanlık tarihinin gerçekçi bir okumasını yapmak, bu öyküyü kavramak için Karl Marks’ın ortaya attığı iddiaya bakmak gerekir. ‘Üretim güçleri’ dediği şeyin değişim göstermesinin ‘üretim ilişkileri’ndeki değişikliklerle ilgili olduğu ve bunların toplumda daha yaygın dönüşümlere yol açtığı yönündeki söylemi bu konuda oldukça ufuk açıcıdır.
Bu tür değişimler ise mekanik ya da kendiliğinden gerçekleşen şeyler değildir. İnsanlar nasıl yaşamak istediklerine dair seçimler yapar ve bunun sonucunda da tarihin belirli aralıklarında ortaya bazı büyük çatışmalar çıkar.
Tarihin en büyük dönemeçlerinden biri olan Ortaçağ tarihine de bu açıdan bakmak oldukça faydalı ve gerekli bir tutumdur. Umberto Eco ortaçağı anlattığı ünlü eserinden dönem için şöyle bir giriş yapar: ‘ortaçağ Roma İmparatorluğu’nun dağılma döneminde başlayıp, tutkal görevi gören Hıristiyanlığın yardımıyla, Latin kültürünü, imparatorluğu yavaş yavaş istila eden halkların kültürüyle birleştirerek; uluslarıyla, konuşmaya devam ettiğimiz dilleriyle ve değişimlerden ve devrimlerden sonra bile olsa bizim olmaya devam eden kuramlarıyla günümüzde Avrupa dediğimiz yere hayat veren dönemdir.’ *
Eco, ortaçağ diye adlandırılan tarihi aralığın bir yüzyıldan ibaret olmadığından bahseder. Ayrıca yine ona göre ortaçağ, Rönesans, Barok dönem ya da romantizm gibi belirli bir tarihi zaman aralığında meydana gelen değişimler gibi ayırt edici özelliklere de sahip değildir.
Bugün okullarda öğretilen ortaçağ dönemi dediğimiz dönem 1016 sene gibi uzun bir döneme karşılık gelir. Zaman, geçmiş çağlarda, bugün bizim yaşadığımız zamandan daha yavaş akıyor olsa da bu süre yine de oldukça uzun bir zamandır ve birçok tarihsel gelişmeyi de içinde barındırmaması düşünülemez. Tüm geçen bu yüzyıllar boyunca yaşanan olayların ve yerlerin aynı ya da sabit dinamikler tarafından belirlendiğine inanmak oldukça güç ve saçmadır. Yine Eco, ortaçağ içinde birçok ortaçağ olduğunu savunsa da bazı önemli dönemeçleri göz önüne alarak bu dönemi kendi içinde üçe ayırır:
*Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden 1000 yılma kadar (veya en azından Şarlman’a kadar) uzanan erken ortaçağ,
*1000 yılından sonraki sözde Rönesans döneminden oluşan ara ortaçağ
*”geç” gibi bir kelimenin akla getirebileceği olumsuz çağrışımlara rağmen Dante’nin İlahi Komedya’yı tamamladığı, Petrarca ( 1304- 1374) ile Boccaccio’nun(1313- 1375) eserlerini yazdığı ve Floransa Hümanizminin geliştiği görkemli dönem olan geç ortaçağ şeklinde bir dönemleşme yapılmaktadır.**
Aslında Eco’nun ‘ortaçağ ne değildir?’ sorusu oldukça önemli bir soru olsa da başka bir yazının odak noktasıdır.
Bu dönemle ilgili en çok üstünde durulan kavramlardan biri olan ‘feodalsizim’ de çağa getirilen yorumlar gibi zaman içinde farklı şekiller de anlamlar kazanır. Özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısından sonra tarihçiler kavrama ciddi eleştiriler yapma gereği duymaya başlarlar. Kavramın tek başına dönemin siyasal ilişkileri açıklama da yetersiz kaldığı eleştirisi üzerinde durulur. Ve daha genel bir anlama sahip olan ‘lortluk tarihi’ kavramı ortaya atılır.
Tarihçiler, dönemin içerdiği olaylardan bahsederken, kimi zaman saçma, kimi zaman yakışıksız ama kimi zaman da oldukça gerçekçi yorumlar ortaya koymuşlardır. Geleneksel ana akım tarihsel söylem ise bir grup büyük adamın beklenmedik şekilde ortaya çıkması üzerinden bir tezi savunur, çünkü peşi sıra gelen devrimsel olayların tekrarlanma olasılığının görünür olmasını istemezler. Sanki tüm süreç tesadüfi olaylar dizisidir ve beklenmedik bir takım insanlar kendiliğinden tarih sahnesine çıkmışlar ve büyük işler başarmışlardır.
O dönem Kuzey Avrupa’nın kraliyet saraylarına yolumuz düşmüş olsa, karşımıza çıkan manzaranın bizi hayrete düşüreceği kesin. Lortlar tarafından yönetilen arazilerin çevreleri çoğu kez ormanlık ve bataklık bölgelerle sınırlara ayrılmış alanlardan oluşmaktaydı. Bu araziler birbirleri ile sürekli bir savaş halinde olan baronlar arasında paylaşılmış topraklardan oluşuyordu. Bu bölünmüş toprakların her birinin kendileriyle sınırlı ve dışa kapalı bir ekonomileri vardı. Bu durumda her bir yapı, kendi üretimlerine bağımlı oluşumları meydana getirdi.
Köylüler içinse bu durum, oldukça kısıtlı besin ve korunaksız giysiler anlamına geliyordu. Enerjilerinin önemli kısmını lortlar için iş gücü olarak kullanmak yükümlü oldukları ücretsiz emek anlamı da taşımaktaydı ve serf olarak köylüler arazilerini terk etme özgürlüğüne sahip değillerdi. Kaldı ki hukuki bir sistem anlamına da gelen bu yapı serfin araziyi terk etmesi halinde onu geri getirebilirdi.
Elbette lord ailesi ve temsilcilerinin hayat standartları çok daha ileri durumdaydı; yine de bu da köylülerin üretimiyle sınırlıydı. Tacirlerden satın alabildikleri ürünler var olmasına vardı ama bu da özellikle doğu uygarlıklarındaki zengin tacirlerle kıyaslandığında oldukça sınırlı sayıda ürün anlamına geliyordu. Giydikleri giysiler de köylülerin giydiklerinden daha iyi olsa da tam korunaklı olmaktan uzak durumdaydılar.
Lord ve ailesinin yaşadığı şatoların etrafı ağaçlar ve çamurla kaplı, sağlam çitlerle çevrili olsa da dönemin şartları göze alındığında iyi korunmaktan uzak alanlardı. Bu durumun bir sonucu olarak seyrek de olsa eğitimli ve kültürlü bir lorda rastlamak pek mümkün değildi. Binicilik ve silah kullanmadaki başarı, okuma yazmaktan daha önemli bir sorundu. Çünkü arazilerini diğer lortlardan korumak en önemli meseleydi. Bunun içinde okuma yazma bilmelerine gerek yoktu. Ancak daha büyük toprak sahibi lortlar yazılı kayıt tutmak istedikleri zaman oldukça sınırlı sayıda, okuma yazma becerisine sahip din adamlarına başvuruyorlardı.
Senyörler ve temsilcilerin oluşturduğu asiller sınıfın yetkileri sadece mülkiyet ile de sınırlı değildi. ‘İnsanın insana bağlılığı’nı temel prensibi olarak benimsendiği hukuki gücü de ellerinde tutuyorlardı. Mülklerin esas sahibi olmalarının yanında tüketim dışı gelirlerin de sahibiydiler. İstedikleri gibi sömürüyü arttırabildikleri gibi çalışma koşul ve sürelerini yeniden düzenleme keyifleri de vardı. Ve pek tabii asiller ve serfler ayrı mahkemelerde eşit olmayan koşullarda yargılanıyordu.
Ayrıca normalde devlete ait olması gereken askeri ve mali haklar da bu zümrenin tekelindeydi. Kendilerine ait özel emniyet ve savunma kuvvelerine sahiplerdi ve bu kuvvetlerin kullanım şeklini ve miktarlarını istedikleri gibi ayarlayabiliyorlardı.
Siyasi ve idari anlamda da tüm yetkiler yine bu sınıfın elindeydi. İstedikleri gibi memur tayin edebiliyor ya da görevden alıyorlar; vergilerle ilgili tüm koşulları belirleyebiliyorlardı. Ayrıca kendi adlarına para bastırabilme lüksüne sahiplerdi.
Evlilik gibi kişinin özel hayatını ilgilendiren konular da senyörlerin kararlarına bağlıydı. Başka malikâne ya da hür insanlarla evliliklerin özellikle önüne geçmek istiyorlardı. Çünkü her bir serfin emek gücüne ihtiyaçları vardı.
Malların satış ve fiyat gibi özelliklerin de değişimi –satış zamanı ve önceliği gibi- senyörlerin yetki alanı içindeydi. İsterlerse köylünün mallarını satışını geciktirebilir ya da malların şekil değiştirmesi sonucu kira uygulamalarının yaptırımları üzerinde oynama yapabilirlerdi. Balıkçılık ve avcılık gibi uğraşları ise sadece senyörler yapabilirdi. Tarih boyunca yöneten tüm sınıflarda olduğu gibi lordlar da sömürmeye bakıyorlardı.
Sayıları oldukça az olan –Almanya ve İngiltere de ise yok denecek kadar az- şehirlerde de durum hiç farklı değildi. Zaten şehir denilen yerleşim alanları bir şato, kilise ya da manastırın etrafında kümelenmiş az sayıda evden ibaretti.
Feodal yönetici sınıf görüldüğü üzere sadece lorlardan oluşmuyordu. Büyük mülklerin pek çoğu, manastırların elindeydi. Din adamların ellerinde olan güç ve servet, büyük baronların elindekilere denkti. Kesişlerin okuryazarlığı ise onları baronlardan ayıran en temel özellikti. Bu din adamları, Yunan ve Roma’da, Bizans ve Arap uygarlıklarının teknik üzerine yazmış oldukları bilgileri öğrenme şansına sahipti. Ve teknik ilerlemenin gelişimine katkı sağlarlarsa dinsel tarikatların öncülüğünü güçlendireceklerini düşünüyorlardı.
Yeni tekniklerin tam olarak benimsenmesi ise lortlar ve çiftçiler arasındaki ilişkilerin de değişmesine yol açtı. Büyük toprak sahipleri, en sonunda Romalıların verimsiz köle emeğinden vazgeçmek zorunda kaldılar. Daha sonra bunlar, ürünün bir kısmı karşılığında toprağı köylü işletmelerine parsellemenin, ‘serfliğin’, avantajlarını keşfettiler. Serfler ellerinden geldiğince sıkı çalışmak ve yeni teknikleri kendi topraklarında uygulamak için özendirilmeye başlandı. Sonuç olarak toplam çıktı artarken, lordun da zenginliği ivme kazandı. En nihayetinde ise Bois’in –1000 yılın dönüşümü- dediği şey varlık kazandı: Tarımdaki kölelik kesin olarak son bulurken, feodal serfliğin daha dinamik bir üretim biçimi haline gelmesi…
Görünen o ki ‘feodal toplum’ denilen yapının en temel unsurlarından biri de kiliseydi. Büyük toprak sahiplerin birçoğu zaten aynı zamanda kilise senyörüydü. Kaldı ki kilise kendi dinsel ideolojik çıkarlarını korumak amacıyla mevcut yapıyı destekliyordu. Tanrı en başta herkesi günaha atmıştı ve gerçekte herkesin senyörü de bu Tanrı’ydı.
Ortaçağ Avrupa’sında ekonomik, siyasal ve sosyal özelliklerin çevresinde kapalı tarım sisteminin teokratik bir anlayışla yönetilmesi sonucu kurumsal din anlayışı olarak Hıristiyanlık doğmuş oldu. Başlangıçta Hıristiyanlık, oldukça pasifist ve manevi bir karaktere sahip olan bir inanış biçimiyken mutlak bir güç olma gibi bir amaç idealine dönüştü. Merkezi bir sistemin olmayışı, yönetimde yerellik ve toplumsal yaşamın Hıristiyanlık etrafında toplanması gibi nedenlerle de Hıristiyanlık dininin kurumsal bir yapı kazanması oldukça kolay oldu. Bu dönüşümün etkilerini, günümüz dünyasının uluslar arası siyasi ve dinsel özelliklerinde hala görmek mümkün.
Merkezi bir otoritenin yoksunluğundaki bu dağınık düzeni bir arada tutan en temel unsur artık Hıristiyanlık idi. Orta Çağ Avrupa’sında Augustine’in Tanrı Ülkesi ve Yeryüzü Ülkesi olarak Hıristiyanlık dinini göstermesi sonucu; Hıristiyan olanlar ve olmayanlar olarak dünyayı iki kutba ayırdı. Hıristiyanlık bütüncül bir yapıydı ve Hıristiyan olmayanlarla savaşma bir gereklilikti. Dinin yaygınlaştırılması için baskı ve
şiddet uygulanması da bu fikir üzerinden meşru bir zemin kazanmış oldu. Artık Hıristiyanlık sadece bir inanç değil, devlet yönetimin en temel prensibiydi. Devletin siyasal iktidarının yetkisi kendisine Tanrı tarafından verilen –sadece- bir araçtı. Tanrı, devlet iktidarını kontrol edebilecek bir güçtü ve her şeyden üstün bir konumda idi. Halkın hangi kentsel yapıya ait olduğundan çok Hıristiyanlığa bağlığı esastı.
Hıristiyanlık öğretisi eşitlikçi ve adil söylemleri olan bir inanış olmasına rağmen gerçekte olan bunun tam tersiydi. Hiyerarşik ve eşit olmayan özellikler taşıyan bu yapıyı başta rahip veya piskopos başkanlık ediyordu, ancak zaman içinde bu durum da değişti ve giderek daha otoriter bir yapı meydana geldi. Papalık kurumu temelini Roma Kilisesi’nin diğer kiliselerden üstün olduğu görüşü üzerine inşa etti.
Sık sık kendine duyulan güveni yitirmesi sebebiyle kendini yenilemek zorunda kalsa da temel söylemini ortak yarar olarak belirlediği Hıristiyan toprakların genişletilmesi ve Hıristiyan olmayanların dine geçişi üzerine kurdu. Bu da demek oluyordu ki yönetenler ve yönetilenlerin bir ortak iyiliğe sahipti ve düşmanlara karşı birlikte hareket en önemli mesel olmalıydı.
Tüm bu karamsar tablo insanları yeni yerler, yeni yaşam biçimleri, yeni teknik imkanlar aramaya itti. Bu arayışlar yavaş ama birikerek çoğalan değişimler inşa etti. Avrupa, bugün sahip olduğu pozisyonu o gün böyle seyreden bu birikimlerden aldığı ders ile büyük imparatorluklar üzerinden birdirbir oynar gibi atlaması ve kitlelerin mücadelesine borçlu. Çünkü bahsi geçen ‘büyük adamlar’ ancak felaket getiren olaylara neden oldular