Ağızdan çıkan, yüreğe saplanır.
“Dudaktan Kalbe” giden bir yol vardır.
“Acımak” denmez içteki sızıya
“Gizli El”i güden “Kan Dâvâsı”dır.
Ben ne “Çalıkuşu” ne Feride’yim.
Başımı alıp da nasıl gideyim?
“Gökyüzü” zifîrî karanlıktayken
Işığa hasret “Yeşil Gece”deyim.
Kızıl gül açar “Akşam Güneşi”nden,
“Eski Hastalık” nükseder derinden,
“Harâbelerin Çiçeği”dir, ürkek.
Başında “Kavak Yelleri” eserken…
O meş’um hâdise hâlâ zihnimde,
O “Ateş Gecesi” hâlâ gözümde,
“Kızılcık Dalları” kor kor yanarken
Kalemleri kıran “Damga” elimde!
Her gün sonbahar, hep “Yaprak Dökümü”,
Yaralı bir kuşun son gündönümü,
Son feryat, son dua, en “Son Sığınak”,
Yazarsam roman mı olur öykü mü?
Gözlerde ya kin ya gaflet uykusu,
Her tarafta nefret, öfke kokusu,
“Bir Kadın Düşmanı”, çevre düşmanı,
Hayvanlarda bile insan korkusu.
Ey Ateş Böceği, derinlerdeyim.
Saçımı öğüten “Değirmen”deyim.
Sahtekâr, riyâkârlar dünyasında
“Miskinler Tekkesi” ötesindeyim.
Ah Reşat Nuri, hangi mevsimdesin?
Benim hislerimi dillendirensin.
Zamanımız ayrı, çevremiz ayrı,
Sen Nevşehrî’yi nereden bilirsin?